Seçmeli Askerlik
Bundan birkaç yıl önce ben Milli Savunma Üniversitesi sınavlarına katıldım. İlk sınav TYT benzeri ÖSYM’nin gerçekleştirdiği bir sınavdı. Yeterince yüksek puan almıştım ve bu puan üzerinden, kara kuvvetleri subaylık ve astsubaylık, deniz kuvvetleri subaylık ve astsubaylık, hava kuvvetleri subaylık, jandarma sahil güvenliğe katılmaya hak kazandım. Ankara Kara Harp Okulu’nda spor ve sözlü mülakatlara katıldım. 1. Gün sabah 8 gibi okulun önünde sıraya girdim, saat sabahın beşinde sıraya girenler bile varmış. 11’e doğru ancak girebildim içeriye. 70’er kişilik gruplar halinde, beşerli sıralarla içeriye girdik, boş yeşillik bir araziyi gösterdiler, oraya serildik bekledik. Aramızda ki çocuklardan birisi bir sigara yaktı, avucunun içinde tutarak gizli gizli çektiği nefesleri yere doğru üfledi. On dakika sonra bir astsubay çıkageldi, grubu tam karşısına larak;
-Kimdi o sigara içen? Diye sordu. Sigarayı içen çocuk, dudakları neredeyse tamamen içeri dönecek kadar gömüp, kaşları ortadan kalkık, utangaç bir ifadeyle santim santim kaldırdı elini. Komutan sesini iyice yükselterek;
-Burada ki en zeki sen misin lan? Biz sizi görmüyoruz mu sanıyorsun? Şampiyonlar ligi oğlum burası, bak etrafına, arkasını göremediğiniz o camların arkası, yüzbaşı, albay, general kaynıyor. Nereden geliyor bu rahatlık? Asker olmak istiyorsanız disipline alışın!
Komutanın bu konuşmasından sonra benim gibi insanların yüz ifadesi birden korkuyla karışık enerjik bir hale dönüştü. Komutan sesini biraz daha alçalttı;
-Sigara kullananlar el kaldırsın. Diye emir verdi. İçenlerin büyük bir çoğunluğu kaldırdı ancak kötü söz söylemesinden çekinen insanlar kaldırmaya cesaret edemedi. İkinci bir emir de geldi komutandan;
-Sigara içenler beşer beşer karşı kamelyaya gidip içsin, izmaritlerinizi çöp kovasına atın. Dedikten sonra o gizli saklı sigara içmeye çalışan çocuk da yerden destek alarak kalkmaya yeltendi ve komutan üçüncü bir emir yineledi;
-Sen otur sana yasak sigara, içtiğini görürsem yakarım seni.
Ben bunu duyduktan sonra komutana karşı iyi niyetli bir bakışıyla içimden, herhalde o çocuk kendini uyanık zannederek, komutanı ve bizleri salak yerine koyduğu için bu şekilde bir emirler silsilesi olmuştu. Böyle hareketler de beni etkilemek için fazlasıyla yeterli. Bir insanı rencide etmek değil, diğerlerine karşı yapılan saygısızlığa verilen cezalara bayılıyorum. İnanıyorum ki asıl liderlik emriniz altında bulunan insanlar arasında adaleti sağlamakla başlar. Nitekim benim kendime örnek alarak saydığım efsanevi komutan Osman Pamukoğlu’ndan da, onun askerinden de böyle öğrendim ben.
Daha sonra sırayla içeriye alındık, önce belgelerimiz kontrol edildi, kontrol ederken bir denizci yüzbaşı gördüm, ona gözümde ki gözlüğün sorun olup olmayacağını sordum. Mütevazi bir hareketle gözlüklü birkaç komutan gösterdi bana ve içime su serpti. Belgelerimiz kontrol edildikten sonra hemen bizi boy ve kilo ölçümüne aldılar. Boyum zaten yeterliydi ancak boyuma göre olması gereken alt sınırın 200 gram altındaydı kilom. Sağ olsun orada ki görevli bir asker abi pet şişede su verdi, onu içtikten sonra tekrar tartıldım ve geçtim. Daha sonra bize küçük çaplı bir tanıtım yapmak için, amfilere aldılar. Benim bulunduğum amfinin adı İsmet Özel Amfisi idi. Başımıza gelip konuşma yapanlar, emir verenler normal sıradan asker olsalar da, bizim için o an kamuflaj giyen herkes bizim için bir general kadar komutandı. Başımıza bir asker geldi ve şunları söyledi;
-Arkadaşlar hoş geldiniz. Burası kapıda da okuduğunuz üzere Kara Harp Okulu. Kiminiz Türk Silahlı Kuvvetleri’ne katılmaya hak kazanacak, kiminiz elenecek ancak bu sınav ve mülakat süresi bitene kadar bizim askerimizsiniz. İzin almadan nefes dahi alamazsınız. Sıçmaya dahi giderken izin alacaksınız. Bireysel olarak hareket etmek kesinlikle yasak. Şimdi acil ihtiyacı olanlar ellerini kaldırsın.
Grubun bir kısmı elini kaldırdıktan sonra, oturduğumuz sıra grupların önce sol gruba bakara, ihtiyacı olanların sıraya girip 5 dakika içerisinde gelmelerini söyledi. Birinci grup gidip geldikten sonra, ikinci gruptan ihtiyacı olanlar sıraya girdi ve birinci gruba nazaran sayı bir tık daha fazlaydı. Onlarda gidip geldikten sonra üçüncü gruptan sıraya girmek için ayaklananlar neredeyse grubun tamamı olunca başımızda ki asker sinirli bir iade ile;
-Hepiniz mi sıkıştınız oğlum? Çok mu acil?! Diye bir haykırıştan sonra, tüm grup sanki beden korosundaymış gibi karşılık verdi. Daha sonra tekrar;
-Bakın oğlum gelir bakarım, kontrol ederim, sıçma bahanesiyle başka bir uğraşınızı görürsem ben sizi sıçırrım.
Tam o sırada kolunda ufak bir pırpır rütbesi olan asker geldi ve az önce bize sesini yükselterek konuşan asker yeni gelene tekmil verdi. O anda demek ki her kamuflajlı komutan değilmiş ampulü yandı kafalarımızda.
Küçük tanıtımdan sonra ilk sportif sınavımız barfiksti. Barfiks çubuğu yerden yaklaşık 2.5 metre yukarıda duruyor, sehpa benzeri bir şeyin üzerine çıkıp asıldıktan sonra başınızda ki komutan saymaya başlıyor. Biz hepimiz gelişigüzel oturduk bekliyoruz. Başımızda ki komutan hepimizin ayağa kalkmasını söyledi. Kalktık, daha sonra beşerli düzgün şekilde sıraya girdik. Sola dön dedi, döndük. Bir adım öne çık dedi, çıktık ve son olarak sağa dön dedi, döndük. Bir adım sola kaymanın algoritmasını bize 3 komut ile sıraladı. Daha sonra mekik çektik, daha sonra diz kapaklarımızın üzerinde basketbol topu fırlattık ki tek geçemediğim aktivite buydu. En son bizi bir futbol sahasına yürüttüler ve o sahanın çevresinde 400 metrelik bir koşu gerçekleştirdik. Dediğim gibi ortalamanın üzerinde bir puanla bitirdim ancak koşuyu bitirdiğimde ciğerimi ağzımdan çıkacakmış gibi hissettim. Yaklaşık 30 derecelik bir sıcaklık vardı ve daha önce sportif olarak çok bir faaliyetim olmadığı için beni zorlamıştı. Elbette ki diğerleri de zorlandı ancak huyumdur, ne iş olursa olsun son sınır diye bir ifade koymam ortaya. Her zaman bir öncekinden daha iyi olmalıyım ve her zaman iki rakibim olur. Birincisi ben, diğeri ise zamandır. Spor faaliyetlerini bitirdikten sonra klimalı bir otobüs geldi ve bizi Kara Harp Okulu’nun girişine bıraktı. O otobüsün verdiği serinliği unutmam mümkün değil. Birde soğuk bir duş imkanım olabilseydi inanılmaz bir rahatlık tadacaktım.
Ertesi gün tekrar aynı yere sözlü mülakat için geldik. Birinci günden daha yorucuydu çünkü açık hava tiyatrosuna benzer bir yerde, güneş tam karşımızdayken oturmaya başladık ve ben içeri girerken güneş arkama geçeli epey olmuştu. Benim bir takım elbisem vardı o zaman ve mülakat için özel olarak anneme yıkatıp ütületmiştim. Etrafımda gördüğüm insanların neredeyse hiçbirinde yoktu bu ve ben kendimi akıllıca bir şey yapmış gibi hissediyordum. Sonra bizi onar kişilik gruplar halinde koridorlara aldılar ve odalardan zil çaldıkça, sırayla girmemizi söylediler. Her çıkana heyecanla ne sorduklarını öğrenmek için melül melül bakıyorduk. Yaklaşık bir dakikalık bir aksiyon için saatlerce güneşin altında bekleyen insanlar odalardan çıktıkça, üzerlerindeki yük sanki birden kalkmış gibi bir ifadeye bürünüyorlardı. Sağdan soldan duyduğum ve benim özel olarak sorduğum kişiler hep ailemi tanıtıp çıktım dedi. Ben bir taraftan kendimi rahatlamaya çalışırken diğer taraftan olurda başka bir şey sorarlarsa diyerek kendimce olan bazı bilgilerimi hatırlamaya çalışıyordum. En sonunda bana geldi sıra ve görevli olan askerler tarafından bize söylenildiği üzere, kafa selamı verip dosyamı isteyen komutana verdim. Aralarında en ihtiyar görünümlü komutan nazikçe hoş geldin, kendini bir tanıt bakalım dedi ve ben kendimden ve ailemden bahsettim. Matematik, tarih, coğrafya seçeneklerinden hangisinde iyi olduğumu sordu, ben direk matematik diye karşılık verdim. Karşımda oturan ve bana albaya izlenimi veren komutan 20’yi yarıma bölüp 10 eklersek kaç yapar diye hızlıca soru sordu. Beklemeksizin 50 cevabını yapıştırdım. Şaşırtmalı bir soruydu ancak ben bu numarayı daha önceden biliyordum. Hemen basit bir türev sorusu sordu ve onu da bildim. Sağ tarafımda ki kafasının ortası kel, esmer, göbekli komutan birden tarih soruları sormaya başladı. Her soruda cahilliğimi hissediyordum ve mülakatta tam bilmediğin soruları bilmiyorum diye ifade et şeklinde akıllar yüzünden, peş peşe sorulan sorulara peş peşe bilmiyorum diye karşılık verdim. Üç tarih sorusunun üçünü de bilemeyince komutan sert bir ses tonuyla, “Bir Türk’ün bilmesi gereken en önemli soru bunlardır” dedi ve inanılmaz bir cahillik utancıyla ayaklarımı ve ellerimi birbirlerine kenetledim. Solumda bulunan ve ilk girdiğimde nazik davranan komutan aynı nezaketle bir tarih sorusu daha sordu ve bildiğim bir soruya yanlış cevap verdim. En son dosyamı verdiler, çıkmamı ve sonuçlar için beklememi söylediler. Çıkınca kravatımı gevşetip, ceketimi çıkardım, ilk müsait yerde birisinden sigara isteyerek bir sigara yaktım. Sanki bir mucize bekliyordum. İlk defa asker kokusunu bu kadar yakından duymuştum ve eğer ki kabul edilirsem diyerek ümitvari şekilde hayaller kurmaktaydım. Bir saat sonra isimler okunmaya başladı ve falan kişinin adı söylenip, hangi birimden ne kazandığı açıklanıyordu. Arkalarda iken adı okunanlar aradan çekildikçe kimi neşesinden uçuyor, kimi üzüntüsünden bir köşeye kaçıyordu. İnsanların o hallerini gördükçe heyecanım artmaktaydı. Belki de o sene ciddi olarak duyduğum ilk ve son heyecanı yaşıyordum. Dizlerim çözülmek için fırsat beklerken zihnimde sebebine göre tavır almaya kendini hazırlıyordu. Ve adım soyadım ben ve benim gibi bekleyenler tarafından duyuldu. Kimisi o anda etrafına şaşkınca kim olduğumu merak ederek bakıyor, kimisi torpillerden bahsediyor, kimisi mutluluğunu, kimisi hüznünü paylaşıyordu. Ben okuyan askerin ağzına kilitlenmiş, dudaklarından dökülecek ve hayatımı değiştirebilecek o üç beş kelimeyi bekliyordum. Maalesef negatif dedi ve zaman kazanmak, şansımı tekrar denemek için duymamazlıktan geldim ve tekrar duydum aynı sözleri. Elimde ceketim yalpalayarak birkaç adım attım, başım öne düştü. Ailemi düşünmeyi başladım. Nasıl söyleyecektim ben elendiğimi? Maddi olarak harcadıklarım bir tarafa, beklentileri harcadığımı nasıl ifade edecektim? Önüme çıkan ilk kişiden bir sigara istedim, içimden ağlamak geliyordu ancak yapamıyordum. Acizliğim yüzümün kızarıklığından, kılık kıyafetimin dağınıklığından ve elimdeki sigarayı tutmaya dahi mecalimin olmadığından rahatça belli oluyordu. Dışarıya çıktığımda beni kapının önünde bekleyen, daha önce beraber çalıştığımız abim ve nişanlısı duruyordu. En başta onlar duyacaklardı elendiğimi. Karşımda gülerek bekliyordu Osman abi ve belki benim bu kötü haberimden dolayı güzel günlerini mahvederim diyerek, gülerek sanki hiç umurumda değilmiş gibi, “fırıncı lazım değilmiş abi askeriyeye” dedim. Beni zaten köreltirmiş askerlik, yani öyle teselli ettiler. Arabaya binince babamı arasam mı aramasam mı, çok kararsız kaldım çünkü belki de hayatımda ilk defa benden bu kadar umutla bir şey beklendi. Sesim titreyerek aradım, ona da gülerek ve vurdumduymaz şekilde ilettim haberi. Olsun demekten başka bir şey gelmedi adamın elinden.
İnsanın hayal edip, isteyip, çalışıp başaramaması çok üzücü. Bu hayatta kader denilen bir gerçek var ve hiçbir yerde eğitimi yok bunun. İlk kez kaderi o zaman tecrübe ettim ben. O zamana kadar lise hocalarım, arkadaşlarım, ailem bu hayatta ki tek koşulun gerçekten istemek olduğunu söylemişlerdi. Demek ki öyle olmuyormuş. Hatta meşhur bir satranç ve tavla hikayesi vardır.
Zamanında Hint İmpartorluğu’nda satranç oyunu icat edilmiş. Hanlarda filan oynanan bir oyun haline gelen satranç en son kralın kulağına kadar gider. Kral satrancı çok beğenir ve ülkede iyice yaygınlaşır. O zamanlar Hint İmparatorluğu ile Pers İmparatorluğu arasında ki düşmanlık, Hint Kralı’nın aklına bir fikir getirir. Kral bir satranç oyunu hazırlatır ve Pers imparatoruna gönderir, yanına şu notu yazar; Hayat tıpkı bu satranç oyunu gibidir, zafer tamamen senin zekana stratejine ve bilgine bağlıdır. Pers İmparatoruna ulaşınca imparator ülkesinde ki bütün alimlere, ilim adamlarına haber gönderir. İsteği bu oyunun tamamen çözülmesi ve bundan daha iyi bir oyun üretilmesidir. Alimler birkaç gün veya hafta sonra satrancı çözerler, insanlara öğretirler ve tavlayı bulurlar. Pers imparatoru inceler tavlayı çok hoşuna gider. Hemen bir tane hazırlatır ve Hint imparatoruna gönderir, üzerinde şu not yazılır; Kesinlikle haklısın zafer zekana, stratejine ve bilgine bağlıdır ancak unuttuğunuz bir faktör var oda kaderdir, o kader de işte bu zardır. İstediğiniz kadar çalışın, çabalayın, isteyin ama olmayınca olmuyor. Kader denilen bir faktör var hayatınızda ve kesinlikle sizin elinize geçmeyen ve geçmeyecek bir şey. Ben o günden sonra tavlayı da öğrendim. Tavlayı her oynadığımda bu hikaye gelir aklıma. Her zar atışımda o elendiğimi ifade eden askerin yüzü gelir aklıma. Kaybettiğimde o hiç unutamadığım asker kokusu gelir burnuma.
Şimdi etrafımda insanlar var, kimisi benden biraz büyük, kimisi biraz küçük, kimisi yaşıtım ama neredeyse tamamı ya bedelli yapmanın yolunu ya da askere gidiş tarihini uzatmanın yolunu arıyor. Ben hala bir Pamukoğlu olma hayali kurarken hemen başucumda ve devletin kendi bünyesinde çalıştırdığı insanlar bu hesabı yapıyorlar. Askerliği emir yağdırılan, insanların ezildiği, gençliklerinin çalındığı bir ortam olarak düşünüyorlar. Kimisi de bende cahil cesareti varmış gibi davranıyor. Davransınlar bakalım. Ne kadar teknoloji ilerlerse ilerlesin, ölenler hep insanlar olacak. Akacak olan kan hep insan kanı olacak. Ne büyük tesadüflerdir ki hep yoksulların ve garibanların evlerinden çıkanlar ölecek. Nerede yetim öksüz var, nerede fakir yoksul varsa onlar ölecek. Sonra bedelli askerlikten bile isyan eden insanlar çıkıp, şehit edebiyatı, fakir edebiyatı, vatan millet edebiyatı yapacaklar. Bundan on yıl sonra göreceğiz seçmeli askerlik çıkacak birde ortaya. Bu kavramı ben uydurdum. Seçmeli askerlikle şunu kastediyorum; artık gönüllü olarak askere gidecek, vatanını korumaya niyetli insanlar kalmayacağı için, paralı askerlik gibi bir askerlik sistemi çıkacak ortaya. Paralı askerlik demeyecekler direk adına çünkü Türk kültürü o kelimeyi kabul etmez. O yüzden insanlara seçenek sunacaklar. Bu ülke için savaşmaya gönüllü ve hazır olursan doktordan daha fazla para alacaksın. Gelmek istemezsen sen bilirsin, sonuçta insan hakları var bu ülkede. Karmaşık makineler ve silahlar bir savaşı kazanmanın kahramanı olamayacak hiçbir zaman ancak araç olabilirler. Sonuç olarak yine maddi geliri düşük insanlar buna gönüllü olacak ve ölenler yine gariplerden olacak. Asker kokusu gittikçe azalıyor bu ülkede. Asker kokusu azaldıkça, niteliksiz insanlar, disiplinsiz insanlar, nizami iş yapmaktan habersiz insanlar, iş ahlakı olmayan ve kazanamayan insanlar gittikçe artacak. Elbette ki tek sebep bu değildir, ancak bence büyük sebeplerden.
Emir almayı kendine yediremediğinden sevmediğini söylüyor bazı insanlar ve bu sözü duyduğum kim varsa ya yalaka, ya çıkarcı, ya da asalaktılar. Komutanların sayıp sövdüğünü, dövdüğünü ballandıra ballandıra anlatan insanların hiçbirisinde adaletin bir nebzesini görmedim. Tabii ki kötü insanlar var ancak bu yalnızca askeriyeye mi has? Her yer insancıl da askeriye mi boktan?
Şimdilerde aykırı davranmak, muhalif olmak yeni trendimiz. Gündemde ne varsa, sevilen ne varsa, tamamına muhaliflik tamamına aykırılık bir durum söz konusu. İnsanlar güya tarihi yorumlarcasına, seyri değiştiren insanların aykırı olduklarını ve bugün ki gelinen noktaların bu aykırı insanlardan dolayı olduğu düşünülüyor. Bu doğru ancak herkes imam olmaya kalkarsa kim cemaat olacak? Bir duruma aykırılık güdülecekse bu mantığa, bilgiye veya manevi bir mesele ise inanca uygun olmalı. Basit meseleleri, aşikar olanları kastetmiyorum. Bu aykırıların karşıtı olarak birde hiç sorgusuz sualsiz her şeyi kabul eden insanlar var. Örneğin hükümetin aldığı kısıtlama kararları. Sebep sorulduğu zaman, adam bu sanki devlet sırrıymış gibi, kimsenin bilemeyeceğini söylüyor. Ya ortada işte halkın durumu diyorsun, devlet yönetmenliğini övüyor. Sorsan anayasadan bir haber. Bugün basit bir vatandaş ekmek aldıktan sonra, o ekmeğin kalitesini kendi mantığına, kendi damak zevkine göre yorumlayabilir. Adamın her gün yediği şeyi yorumlayabilmesi için, ekmeğin nasıl yapıldığını bilmesine gerek mi var? Her gün yediği şeyi güya emek savunuculuğu yaparak bu adamın bilmediği şeyler olduğunu söylemek mantıklı mıdır? Retorik ifadelerle dolu mitinglerde her gün yalan yediriyorlar bu halka, sorulduğu zaman; bilmediğimiz şeyler var. Kolay yol bulunmuş hemen. Sanki ülkelere gönderilen casusların ismi soruldu…
Özetle bu mülakat deneyimi bana kader faktörünü ve insanları daha iyi okumayı öğretti dostlarım. Sizlere naçizane tavsiyem şudur ki kesinlikle ama kesinlikle olumsuz yaşananlar karşısında kendinize ders payı bırakın ve hayatınıza devam edin. Ahlar, vahlar, üzüntüler, stresler size bir şey kazandırmadığı gibi sizden çok şey eksiltir. Üniversiteye ilk gittiğiniz yıllarda denk gelmişsinizdir, kendi bölümünüzde ki üst sınıflardan kişiler, ilk geldiği yıl saçlarının olduğunu söylerler. Bununla beraber kaderin arkasına sığınarak hayatı boşvermemek gerekiyor. Bunun dengesini kurmak gerçekten çok zor ancak inanın ki en güzel çözüm yolu bu. Sağlık ve selametle dsotlarım…