NE KADAR DA UZAKTAN BİR SEVGİLEĞİTİM
Çalıştığım fabrikanın sahibi ile beraber kısa bir yolculuk yaptık. Kendisi şoför koltuğunda, ben yanındaki koltukta, ben genel olarak sessiz kalmayı tercih edince kendisi girdi söze;
-Senin konuştuğun bir kız vardı?
-Evet abi…
-Ne oldu o devam mı ediyorsunuz? Ne zaman düğün dernek?
-Aynen abi devam ediyoruz. Okul bitince inşallah istemeye gideriz.
-İyice tanıyor musun kızı?
-4 yıldır konuşuyoruz abi?
-Kaç yıldır konuşuyorsunuz demedim, yeterince tanıyor musun?
-4 yılda tanınmayan insan mı var abi?
-Oğlum tanımak var tanımak var. Sabah uyanınca ki ruh halini, akşam yatarken ki halini, yemek yerken ki tavırlarını biliyor musun? Bak benden sana bir abi nasihati; sevdiğinle değil, sevildiğinle evlen. Sevdiğinle evlenirsen sen köle olursun, sevildiğinle evlenirsen o sana köle olur.
-Karşılıklı sevgi olmaz mı abi?
-O bizim zamanımızdaydı, siz karşılıksız sevgiyi de karşılıklı sevgiyi de bilemezsiniz…
Muhabbet fazla uzun sürmedi, çok da uzamasının taraftarı değildim bende. Zaten kim öğrense aynı şekilde yaklaştı bana. Yeterince tanımam bu şartlarda mümkün değilmiş. Mantık evliliği mi yapacaktım bide? Çok zalimce olurdu bu kendime. Hayatımda aklım başıma dank ettikten sonra, attığım her adımı mantıksal olarak atan ben, belki de ilk defa bu kadar büyük şekilde dinleyeceğim kalbimi. Uzaktan sevgi olamazmış birde. Uzaklığı kilometrelerle ifade eden insanlar için, sevgi de olmaz, eğitim de olmaz, çalışmak da olmazmış. Çünkü toplum eğitimi okuldan başka bir yerden almadı, sevgiyi ve dostluğu kendi etraflarından başka bir yere yakıştıramadığı için böyle düşünüyorlar. Bu adam tabi klişelerin biraz daha uzağında bir adamdı. Tecrübeli adam… Neyin tecrübesi? Hangi tecrübe? İnsanın kalbi ile zihni ile arasında ki bağ kopmaya başladığı anda tecrübeli sayılıyor. Artık tüm toz pembe hayaller, tüm gerçek dışı sevgi sözcükleri ve tüm hayalperest insanlar bu insanların frekansından çok daha farklı.
Uzaktan olunca emek vermiş sayılmıyorum herhalde. Farklı şehirlerden gökyüzüne baktığımızda, herhangi bir yıldızı aynı anda denk getiremeyiz diye hep aya bakardım ben. Çünkü mutlaka gözüne çarpmalıydı o koca yıldız. Aynı anda, aynı noktaya bakabilmenin emeğini biliyor mu insanlar? Ey tecrübe, neden hala bana bu kadar uzaksın? Ne zaman kazanacağım ben seni de gencecik insanlara avurdumu şişirerek nasihatler yağdıracağım? Ne zaman bana yaşımdan dolayı birileri hürmet edecek de ahkam keseceğim? Kötü niyetimden mi uzaksın bana?!
Benim kıyafet zevkim yoktur mesela ve bu konuda bile çok tecrübesizim. Çoğu zaman gerçekten bir dede gibi giyinirim ve tam bir antipatik duruşum var. Eskiden en güzel kıyafetlerimi annem almış olurdu bana. Kendi aldıklarım ya çok dar olurdu, ya çok bol, ya da çok absürt bir renk… Annem nokta atışı, rengine bedenine kadar çok güzel seçimler yapardı benim için. Şimdi büyüdüm diye olsa gerek her şeyi kendim yapmaya çalışınca, haliyle bir müddet resmen çuval gibi kıyafetlerle gezdim. Sonra bir abim sağ olsun, kendine uymayan kıyafetlerini benimle paylaştı. Aralarından kendime beden olarak uygun olanları seçtim. Son beş yılda aldığım tüm kıyafetlerden çok daha fazla kıyafetim olmuştu. Çok fazla çeşit vardı. Artık bende sabahları ne giyeceğim konusunda duyduğum kararsızlığın hazzıyla yaşadım. Demek zenginler boş vakitlerini böyle değerlendiriyor. Önümüzde ki en az 3 yıl da kıyafete ihtiyaç duymayacağım sanırım.
Ben biraz giyinmeyi öğrendiğimi düşünmeye başlamıştım (hala daha tam hangi beden pantolon ve gömlek giydiğimi bilmem) ki, sevdiğim insan çıkageldi şehrime. Yarın için işten çıkınca beraber yemek yeme kararı aldık. Gece yatarken acaba yarın ne giysem sorusu sabaha kadar zihnimi kurcaladı. Sabah olunca sanki tüm kıyafetler makastan geçirilmiş gibi geldi gözüme. Kimisi uzun, kimisi kısa, kimisi dar, kimisi bol, kimisinin rengi acayip… Sürekli giyip kendimi aynaya gösteriyordum. Her baktığımda sanki sevdiğiyle buluşmaya giden bir genç değil, bir fırıncı, bir inşaatçı, bir çaycı, bir garson, bir işçi görüyordum. Daha sonra pes ettim ve bu gördüklerimin benim ruhuma işlendiğini kabul ettim. Ben ne giyersem giyeyim mutlaka bir işçi gibi görüneceğim bundan kaçışım yoktu.
Buluşma anı geldiğinde güneş sanki benim etrafında dönüyordu. Heyecanım vardı ancak bende soğukkanlılıkta tecrübeliydim ki ne kadar hissetti heyecanımı bilemiyorum. Beraber yemek yerken izlemiştim onu gözaltından. Gayet soğukkanlı bir şekilde ülkenin kozmopolitik yapısını, siyasal durumunu, ekonomiyi anlatabiliyordum. Aylarca süre zarfında bir kere görüşen insanlar için ne kadar saçma konulardı bunlar. Acaba diğer sevenler ne konuşurdu ki? Nasıl buluşuyorlardı? Ve en önemlisi buluşmaya giden erkek ne giyerdi? Sanırım o kadar kıyafet arasından benim gibi en olmazını seçmezdi. Ben kıyafetlerimi düşünürken resmen spotlight etkisine girmiştim. Ancak bu etki dünyaya değil, benim dünyama, karşımdaki insana karşı bir etkiydi. Sanki her hareketimi inceliyor, her sözümü dikkatle dinliyor, anlıyor ve çözümlüyor. Sanki moda yarışması jürisinin karşısında puanlanmayı bekliyordum. Aslında spotlight etkisi tam bir kendimi kandırmaktı. Hiç kimse sizi, sizin zannettiğiniz kadar umursamaz.
Bu birkaç saat yetiyordu sanki benim onu tanımama. Ya da daha çok sevmeme, aşık olmama veya bağlanmama yetiyordu. 4 yıldır konuşuyoruz ve sanki insanın uzaktan yıllarca sevmesi, kısık ateşte çay demlenmesi gibi oluyordu. Yanınızdayken evlenmeden her şeyi ile tanıdığınızda sanki haşlama çay gibi, uzaktan ise kısık köz ateşinde pişen çay gibi oluyordu. Aslında birinci ihtimali daha önce yaşamadım, hatalı düşünüyor olabilirim. Ama ben buna inandım bir kere, hata yapıyorsam da tam manasıyla çökmeden sanırım vaz geçmem zor olacak. Çünkü daha önce ki tartışmalarımızda ve küsmelerimizde bunu yeterince tecrübe ettik sanıyorum. Her şey bir kenara da, 3 yıl sonra bu kıyafetler eskiyecek ve yenilerine ihtiyaç duyacağım. O yaştan sonra annemden de rica edemem. Umarım bu konuda topu direk ona atabilirim. Hem alışverişi, hem bu kıyafet deneme işlerini filan hiç sevmiyorum. Annem gibi güzel seçimler yapacağına şimdiden inanıyorum.
4 yılda bana çok şey kazandırmış olmalı. Bir çetele tablosu tutulsa muhtemelen ilk sıralarda yer alırdı. Hele ki romanları hep ondan öğrenirim. Ben roman okumayı bir türlü sevemedim. Yani sanki o bir eşikti ve ben o eşiği çoktan geçmişim gibi hissediyorum. Tabi bazen ihtiyaç da duyuluyor. Okuduğum romanların büyük bir kısmını da ondan çalmışımdır. Hele Vasconcelos’un kitapları. Şeker Portakalı kitabı yazarın çocukluğunu, Güneşi Uyandıralım kitabı ergenlik dönemlerini, Deli Fişek kitabı da gençlik dönemlerini anlatır. Doğrusu bu sıralamaya göre okumak gerekir ancak ben önce Deli Fişek’i, sonra Güneşi Uyandıralım’ı okudum ve Şeker Portakalına henüz sıra gelmiş değil. Bu okuduğum iki kitabı çok beğendim ve bana bu iki kitabın hiç övdüğünü hatırlamamam. Şeker Portakalı’nı ise defalarca anlatmıştır bana. Muhtemelen çok güzel ve ben onu okursam sanki o heyecanı, tavsiyeleri kaybedeceğim. Sanki bana bir daha bu kitabı mutlaka okumalısın demeyecek. Öyle olmadığını bilsem de erteliyorum Şeker Portakalını.
Birde bahçe, çiçek, böcek işlerini çok severek yapıyor. Bense bilmediğim bir şeyi sevemiyorum. Bilen birisinden veya bir kaynaktan öğrenmedikçe bir hobi edinmem çok zordur. Bana bir kere çiçek gönderdi, onun bakımını bile sağdan soldan okuyarak, sorarak tam bir kararsızlıkla yaptım. Neyse ki daha hiç solmadı. Yavaş yavaş öğrenirim gibi. Kararsızlığımın sebebi ise zor öğrenmem değildi aslında. Çiçeklerin de canlı olduklarını söylüyorlar, yanlış bir şey yapmaktan baya bir çekindim. Geçtiğimiz haftalarda ufak bir çiçek açtı, nedense çok mutlu oldum. Sanki bir öksüze yardım etmişim gibi bir his kapladı içimi. Annemde tıpkı benim gibi tarifsiz şekilde sevindi. Hatta benden önce o görmüş çiçeği, bana söylediği anda ağzı kulaklarına varacaktı. Göz kenarları kırış kırış oldu. Orta yaşlı güzel yüzü, hoş bir mutlulukla kaplandı.
Birde onun çocuklarla arası çok iyidir. Dillerinden anlayabiliyor. Özellikle bebeklerin dillerini çok iyi biliyor. Bense Carl Sagan’ın galaktik medeniyetlere bıraktığı, balina dilini bile çözümledim fakat bebeklerle çok anlaşamıyorum. Çoğu ben kucağıma alınca ya ağlıyor, ya korkuyor ya dimdik gözlerime bakıyor. Bunu da zamanla öğrenebileceğimi ümit ediyorum.
Ne kadar da uzaktan bir sevgileğitim değil mi? Bu kelimeyi de ben uydurdum çünkü bazı anları, kişileri ve hislerin tarifi ancak yalnızca sizin telaffuz edebileceğiniz kelimelerde gizleniyor. Dilinizin ucuna gelip, dudaklarınızı bir kalıba sokarak, haykırmanız için yalvarıyor o kelime. Hadi konuş beni, ya da yaz, anlat kendini diye yalvarıyor göğsünüzde ki o tarifsiz ses. Tıpkı o kitabın karakteri, Ze’nin cucuru kurbağası gibi bir ses.
Güneşi Uyandıralım kitabının karakteri Ze. Cucuru kurbağası ise onun hayalinde göğsüne yerleştirdiği dostu. Benim göğsümde ki o sesin henüz bir tarifi ve temsili yok. Sanırım hiç ihtiyaç duymadım ona bir isim vermeye. Ama cucuru kurbağası bir gün Ze’yi bırakıp gidiyor. Minicik bir valizi vardı onun ve minicik bir şapkası. Acaba benim göğsümde ki seste bir gün çekip gider mi? Şimdilik korkularımdan bir tanesi bu.
Ben hangi zamanda doğdum, hangi çağda yaşıyorum, benden önce ki insanlar ve sonra ki insanlar nasıl yaşadı hiç bilemiyorum. Ama mutlaka sevgiyi her türlüsüyle biliyorum. Sahtesine bile defalarca şahit oldum. Değişmeyen yegane şeyin duygular olduğuna inanıyorum ben. İlk insanların duydukları acıyla, sevgiyle, inanmışlıkla benim duyduklarım arasında çok fark olduğunu düşünmüyorum. Öyle olsa insanı temsilen Adem denilmezdi herhalde. Demek ki Adem ile çok ortak yönümüz var. Yoksa onlarca bin yıl önce yaşayan insanın ismi beni nitelemek için kullanılmazdı. Ve eğer ki bu güzel duyguları yitireceksem büyümek ve tecrübe kazanmak istemiyorum ben.
Ben sadece onu da değil, birçok insan tanıdım ve hepsi Adem sıfatlıydı. O da öyledir. Şimdi tam tanımıyor olsam bile, tanıdığım kadarının yeterli olacağı kanısındayım. Ne olmuş yani aynı şehirde yaşayıp, her gün birbirimizi göremiyorsak? Elbet bir gün kusurlarımızla görürüz birbirimizi ve o zaman tanışırız. Kusurlara tahammüllerin sayesinde kurulur zaten dostluklar.
Bende isterdim diğer çiftler gibi olmayı, ama elde değil işte. Kalbimin bir kısmını başka şehre bırakınca buna dayanmak zorundayım. İnsanlara benim ayarsız yapımdan dolayı bazı şeyler çok inandırıcı gelmiyor olsa gerek. Hatta bir kere psikoloğun bir tanesi bana; sizin ki sevgi değil, sevgi zannediyorsunuz demişti. Sevme ve sevginin yazılı kurallarını, üniversite kitaplarından aldığı için bu kadın ona öyle geliyor. Nedir yani sevmenin şartı? Tarifi tanımı bırakın şartı ne? Emek mi, hırs mı, acı mı, kelimeler mi, cinsellik mi, nedir bunun koşulu? Bir insanı seviyorum diyebilmem için ne yapmam gerekiyor ki benim? Mesele beni çözümlemekse, bana yaklaşmanın yolunun bu olmadığını, arkasına insanlar bilmiş desinler diye onlarca sertifika ve diploma asan psikolog bilmeli. Mesele sevgiyi çözümlemekse, bunun elle tutulur, gözle görülür somut bir şey olmadığını da bilmeli.
Şimdi güneş gören yerde duran bir saksıda ki çiçeğim, işçi elbiselerim, başucumda kitaplarım, göğsümde ki ses, dilediğim zaman ulaşmakta çok zorluk çekmediğim sevdiklerim var ve o bunların arasında en önde gelenlerden. Birde iyi niyetli insanlar var…