Katarsis Yaşatan Hayatlar 3. Bölüm
Fabrikadan dışarı çıkarken bir taraftan Müdür Bey, bir taraftan Nazım, bir taraftan muhasebeci İlkay ve diğer çalışanlar hızlı adımlarını izliyordu. Müdür Bey gayet kızgınca arkasından bağırıyor, Nazım çağırıyor, İlkay yalnızca izlemekle yetiniyordu. Bir defa bile kale alıp arkasına bakmadı. Nazım’ın şaşkınlığı yuvarlanan dudaklarından metrelerce öteden anlaşılıyordu. İlkay ne olup bittiğine bir türlü anlam veremeyip sürekli Nazım’ı dürtüyordu. Nazım’ın kulağına fısıldayarak;
-Ne oldu içerde, ne oldu?
Nazım sessizce ve bisikletin üzerinde umursamazca ilerleyen dostunu hayranlıkla izleyerek cevap vermeye çalıştı. Dudakları sanki diyaframına yapışmış gibi derinden bir sesle;
-Adam geldi, sahneye geçti, sunum yaptı, animasyon hazırlamış kendisi onları gösterdi, analiz yapmış onları anlattı, Müdür Bey’in konuşmasına fırsat vermeden sözleşmeyi imzalattı….
-Ne? Şaka mı yapıyorsun? Nasıl ya? Bu bilgileri nereden aldı, nasıl animasyon hazırladı, nasıl bilebilir ki bu işi?
-Bilmiyorum ama Müdür Bey sinirinden çatlıyor.
Hızla evine doğru bisikletini sürerken zırıl zırıl çalıyordu telefonu. Merakına yenilip ekrana gitti gözü. Arayan Nazım’dı. Açmamakta kararlı olsa gerek ki, bisikletinin direksiyonuna kendi yaptığı telefon tutacağının kapağını kapadı. Gözlerinden yaşlar süzülerek, kıpkırmızı olmuş yüzünü sürekli elinin tersiyle siliyordu. Yaşlı gözlerinden önünü göremeyip sürekli çukurların ortasından geçiyor, çukurlara denk geldikçe daha çok sinirleniyor, sinirlendikçe daha çok ağlıyordu. Elleri titremeye başladı iyice. Gömleğinin göğsünde ki cebinden bir dal sigara çıkarıp, tek eliyle dengesini sağlayarak yaktı sigarasını. Derin ve hızlı nefeslerle sigara dumanını ayak parmaklarına kadar doldurdu. Hafif çiseleyen yağmurla, çamurluğu kırık bisikletin tekerinden sıçrayan çamurlar sırtını boydan boya kirletiyordu. Mahallesine girdiğinde selam veren üç beş esnafı bile görmezden gelerek devam etti. Müstakil harabesine girerken bir kez dengesini kaybedip kapı eşiğine düştü. Sinirinden bisikleti tekmeleyip kenara attı.
Beyaz mavi çizgili, kendine çuval gibi olan gömleğinde kahverengi olmayan bir yer kalmamıştı neredeyse. Kapının kilidi sanki durumun farkındaydı. İnatla açılmıyor kapı… Faydası olmayacağını bilerek kapıyı tekmelemeye başladı. Kapının kilidinden gelen sesle bir anda kendini içeriye yuvarlanmış halde buldu. Evin içinde ağlaması yankılanacak kadar arttı. Suyu akmayan musluğun önünde pet şişeden tek eliyle su akıtarak yıkadı yüzünü. Topladığı poşet ve çuvalları koltuğun yanına getirip, değer verdiği her şeyi bulduğu torbalara basmaya başladı. Kitapları, dergileri, ürettiği plastik malzemeleri… Boş büyük bir çuvalın içine yazıcısını oturtup, üstüne ufak tefek parçalarını atıverdi. Başka bir çuvalın içerisine plak çalarını oturttu, onunda üzerine plaklarını atıverdi. Üç beş parça kıyafetini de bir torbaya bastı. Çay paketlerini, bir bardağını ve birde kaşığını da bir poşete koydu. Hızla evden çıkıp bisikletini evin ortasına getirdi. Yıllardır dostluk yaptığı bisikletini bırakırken defalarca gözü seyirdi. Çuvallarını poşetlerini eline alıp ilerlemeye kalktı fakat nafile. Gücü yetmedi bu ağırlığa. Yan komşusu İmdat Bey geldi aklına. İmdat Bey’den rica etse kendisine yardım edebilirdi. Telefonu sessize alıp elini yüzünü gömleğinin koluna sildikten sonra İmdat Bey’in kapısını çaldı. İmdat Bey tak başına yaşayan, orta yaşın biraz üstünde, cinayet şube amiri. Bir insan ismiyle ancak bu kadar bağdaşabilirdi. İmdat Bey kapıyı açtığında karşısında ezilip bükülen bir insan gördü;
-Buyur evladım.
-İmdat Bey kusura bakmayın, rahatsız ediyorum fakat biraz eşyalarım var, bisikletimin tekeri patladı ve gücüm eşyalarımı taşımaya yetmedi. Yakıt paranızı vermek karşılığında beni terminale götürebilir misiniz?
-Terminale mi? Hayırdır nereye gideceksin?
-Son zamanlarda biraz yorulduğumu hissettim ve kendime bir tatil hediye ettim.
-Tamam ceketimi alıp geliyorum.
İmdat Bey gelene kadar eşyaları dış kapının önüne getirdi. İmdat Bey aracını yanaştırıp eşyalara yardım etti. Ön koltuğa oturup emniyet kemerini bağladı. İmdat Bey suskunluğa dayanamayıp;
-Sen iyi misin evladım, kötü bir şey yok değil mi?
-Yok efendim yok. Sadece dediğim gibi biraz yorgunum.
-Eee nereye gideceksin peki tatile?
-Buraya en uzak yere?
-Nereye anlamadım?
İmdat bey başını yan koltuğa tamamen çevirmiş, cevabı anlamadığı için sinirli gözlerle yanında ki insanı izledi.
-Yani henüz karar vermedim. Terminale gidince karar vereceğim.
-Restoran’a mı gideceksin oğlum, menüden yemek seçilir gibi gidilecek şehir mi seçilir?
-Siz referanduma mı ihtiyaç duyuyorsunuz? Siz nasıl seçiyorsunuz?
-Oğlum terminale gitmeden önce hani hangi şehre, hangi ilçeye, hangi otele gideceğini karar verilmesi gerekmez mi?
-Evet ama ben terminale gitmeye bile az önce karar verdim.
-Neyin kafası lan bu? Bir şey filan mı içtin sen.
-Yok bir şey içmedim. Sadece yorgunum, lütfen beni daha fazla konuşturmayın, rica ederim.
-Peki sen bilirsin.
Terminalin peronlarının yan tarafına aracı park edip eşyaları indirmesine yardım etti İmdat Bey. Tüm poşet ve çuvalları gördükçe sanki zihni kendine oyun oynuyormuş gibi hissediyordu İmdat Bey. Dayanamayıp sordu;
-Oğlum bunlarla mı gidiyorsun tatile?
-Evet İmdat Bey. Yardımınız için ve her şey için çok teşekkür ederim. Bundan sonrasını ben kendim halledebilirim herhalde…
Cebinden buruş buruş yirmi lira çıkararak İmdat Bey’e uzattı. İmdat Bey’in çenesini buruşturmasından bu tekliften haz etmediği anlaşılabiliyordu.
-Koy oğlum onu cebine, senin bir şeye ihtiyacın var mı?
O kadar çok şeye ihtiyacı var ki, hangi birini saysın? Nazikçe başını yavaşça eğerek;
-Çok teşekkür ederim efendim sağ olun. Ben otobüs bulmaya gitsem iyi olacak. Tekrar görüşmek üzere, kendinize iyi bakın…
İmdat Bey nazikçe cevap verdikten sonra aracına binip evine dönmek üzere yola koyuldu. Telefonun titremesi dinmek bilmiyordu. On altı cevapsız arama görünüyordu ekranda. Tekrar telefonu cebine koyup diğer cebinden buruş buruş paralarını çıkardı. Parasını tam ikiye bölerek, kafasında ufak bir plan yaptı. Yarısını yol parası olarak, diğer yarısını da karnını doyurmak için kullanacaktı.
Vezneye yaklaşıp görevli ile göz kontağı kurarak;
-İyi günler kolay gelsin ben bilet almak istiyorum da yardımcı olur musunuz?
Müşteri ile direk iletişime geçen görevliler müşterilerin egoist yanlarına kıl olduklarından artık mütevazi birini görünce içlerinde biriktirdikleri tüm kıl adam kinlerini kusarlar.
-Nereye gideceksin abicim?
Elinde hazırda tuttuğu paraları düzeltip görevlinin önüne koyarak;
-Bu paraya, buraya en uzak neresi var?
-Menüden yemek mi seçiyorsun abicim? Nereye gideceğini bilmiyor musun sen?
-Siz polislikten filan mı atıldınız?
Görevli bu soruya anlam veremeyip karşısındakine bakmak için yalnızca gözlerini büyüttü. İçinden “Kırık herhalde bu” diye düşünüp iç geçirdikten sonra;
-Bak yukarıda otobüslerin nereye gideceği ve en yakın seferler yazılı oradan seç yardımcı olayım.
Adamı sanki hiç duymamış gibi önünde ki broşürden bir şehrin resmini gösterdikten sonra görevli hiç muhatap olmak istemezcesine paraya pula bakmadan bileti kesip eline tutuşturdu. Formalite gereği reklam yapmak için mecburen tekrar konuştu görevli;
-Otobüslerimizde her koltukta bir piriz, bir tablet ve bolca ikramlarımız mevcuttur. Konforunuzu düşünerek sürekli iyileştirmeler yapmaktayız ve bunu yolculuk sonrası yapılan anketlerle ilerletmeye çalışıyoruz. Yolculuğunuz sonrası ankete katılırsanız çok memnun oluruz.
-Konfor mühim değil, beni hor gören, aşağılayan ve mümkünse döven birisi olmazsa tam puan verebilirim.
Görevli içinden “Allah’ın kırığı kim muhatap olsun seninle?” diye geçirdikten sonra tekrar iyi yolculuklar diledi.
Otobüsün kalkacağı perona gelip insanları izlemeye başladı. Asker uğurlamasında ki coşku, çocuğunu bir yerlere gönderen annenin duygusallığı, ayrı düşmeden son kez öpüşmeye çalışanlar… Nasıl hayatlar acaba onların ki? Onların ne gibi dertleri var ki? Şükrü Erbaş’ın “Ben vardım değirmene derdimi yanmaya/ değirmen başladı fır fır dönmeye” dizeleri geldi aklına. Kendisini son zamanlarda dinleyen bir tek Nazım vardı ve artık oda olmayacak. Bir daha nereden bir değirmen bulacak? Tam onu özleyeceği günleri düşlerken bir kez daha titredi telefonu. Yine Nazım;
-Aloo abi neredesin, nereye kayboldun?
Nazım’a pembe bile olsa yalan söylemek kesinlikle en son başvuracağı yoldur. Yüzlerce insandan yalnızca bir tanesi ona dost olabileceğinden onu kesinlikle yanıltmak, sekteye uğratmak istemezdi.
-Terminaldeyim Nazım'cığım. Bir tatile çıkmaya karar verdim. Biraz kafamı dinleyim.
Nazım içinden bunca yıllık dosta bu söylenmeli düşüncesiyle alınmış olmalı.
-Nereye gidiyorsun ki?
-Gidebileceğim en uzak yere.
-Peki gittiğin zaman birisi ders mi almış olacak, sen daha mı konforlu yaşayacaksın, ne olacak?
-Onu ancak gittiğim zaman öğrenebiliriz.
-Bu arada sen nasıl yaptın o işi? Animasyonu, analizleri, patlatma videolarını… Numuneleri ne ara yaptın sen? Bu işi nereden biliyorsun?
-Beni az çok tanırsın Nazım. Tüm denize hakim olmayı isteyen bir gemi kaptanıyım ben.
-Abi fabrika sistemine filan mı sızdın? Birkaç eğitim mi aldın ne yaptın?
-Neden bu kadar şaşırdınız ki? Benden mühendis olmaz mı?
-Abi, kurban olduğum, senin bu yaptığını yapmak için insanlar 4 yıl üniversite okuyor. En az da piyasada dolu dolu 5 yıl geçirmesi gerekiyor. Sen ne yaptın? Bana onu söyle…
Aldığı sorulardan baya bir memnuniyetsiz olmuş olacak ki Nazım her yeni kelime söylediğinde geçen giden yıllarının acısını hissediyordu.
-Şu ana kadar ki gördüğünüz tüm rüzgarlar delikanlıydı. Hiç ihtiyar bir rüzgara rastlamadınız. Kaldı ki beni kale dahi almadınız. Daha geçen gün "senin yerine iki mühendis aldılar" diyerek sende dalga geçtin.
-Abi Allah'ını seversen buna mı alındın? Sen gönüllerin mühendisisin. Müdürün de sıçtın ağzına, bu iş olmayacaktı zaten, müdür cayma bedelini en ucuza ayarlayıp çekilecekti sözleşmeden. Sen geldin işi bağladın. Ama kim yapacak bu işi? Fransa'dan arayıp senin anlattıklarının tamamını istiyor adamlar. Diploma numaranı istiyorlar. Kullandığın programların lisans numaralarını istiyorlar. Adam ağlayacak neredeyse içeride. Niye böyle bir şey yaptın sen? Müdürü mü zora sokmak istedin?
-Ben o fabrikanın çaycısıydım Nazım. Ben işe bilgisayarımla gelince dalga geçtiler. Arta kalan zamanlarımı değerlendirmek için bilgisayarın başına geçtiğimde her seferinde birileri dalga geçti. Hatırlıyor musun bir kere sen bile "atom parçalamaya devam mı?" diye sormuştun. Bu ezmeler, şovlar birikti artık bende. O fabrikada bir kere de ben şov yapayım dedim. Son olaya olan kızgınlığımla filan alakası yok bunun. Sadece ben ezilmeye mahkum olmadığımı göstermek istedim. Belli ki herkes aptallaşmış. Eğitim bir cümledir Nazım…
-Abi işin felsefesini bir kenara bırak, Allah şahit benim içimin yağları eridi. Ama sen ne yaptın? Nasıl öğrendin bu işi?
-Boş ver sen onu nasıl öğrendiğimi, Yılmaz Bey’den herhangi bir haber var mı?
-Nasıl bir haber?
-Herhangi bir haber işte…
-Abi kafandan neler geçiyor senin? Lütfen açık olur musun? Kendine veya bir başkasına zarar vermenden korkuyorum. Gece hiç mi uyumadın sen? Uykusuzken zil zurna sarhoş gibisin. İstersen biraz kestir uygun bir yerde tekrar konuşalım.
-Güzel fikir aslında, otobüsüm gelmek üzere, yolculuk sırasında çok güzel uyurum ben. Otobüs ilk durduğu zaman seni çaldırırım.
-Dur abi bekle kaç dakikası var otobüsün?
Nazım sorusunu tam olarak soramadan telefon yüzüne kapandı. Hızlıca ceketini alıp kapıya yöneldi. Odasından çıktığı anda Müdür Bey resmen çığlık attı;
-Nazım!!!
Nazım içinden küfürler yağdırarak kapıdan Müdür Bey’e baktı.
-Müdür Bey acil değilse gelince konuşabilir miyiz? Çok acil bir işim varda..
-Çok acil Nazım içeriye gel, kapıyı kapat.
Nazım dişlerini ve ellerini sıkarak odaya girip kapıyı kapattı. Oturmaya dahi yeltenmedi. Müdür Bey hemen konuya girip;
-Yılmaz Bey’e ne oldu?
-Ne bileyim ben?
Nazım aldığı soru karşısında şok geçirdi resmen. Aklından onlarca senaryo bir anda film gibi geçmeye başladı.
-Yılmaz Bey’e ulaşılamıyormuş. Son yaşanan olaydan dolayı polis, ailesi, iş arkadaşları herkes beni arıyor. O zibididen haberin var mı?
-Yok müdür Bey.
-Nazım bak seni severim ve ben açık konuşmayı severim. Fransa işini şimdilik bir kenara bırakıyorum, ben buraya tırnaklarımla geldim. Kimsenin benim itibarımı zedelemesine müsaade etmem. Eğer ki biliyorsan ve susuyorsan seninle de külahları değişiriz. O zibidi haddini aştı. Geldi istemediğimiz işi bağladı. Sanki gerçekten biliyormuş gibi birde artistlik yaptı adamların önünde. Kurumsal bir yer olduğumuzu göstermek açısından kabul etmek zorunda kaldım. Ama ben o işi bir şekilde yaparım. Kıytırık bir çaycı mı zarar verecek bana veya bu fabrikaya. Senin benim yanımda olmanı istiyorum. Biliyorum kaç yıllık dostun kolay olmayacak. Ama sen bende bir başkasın, seni kaybetmek istemiyorum. O zibididen veya Yılmaz Bey’den bir haber alırsan mutlaka bana ilet olur mu.
Nazım’ın sabrı taşma kıvamına geldi artık. Müdür Bey’in bu huyunu fabrikadaki herkes bilir. Kimle ters düşse hemen en yakınında ki elemanı kendine çeker. Ortam bir müddet sessizliğe büründü. Nazım dişlerini ve ellerini sıkarak, sanki her an koltuktan yay gibi fırlayacakmış gibi ek noktaya kilitlenmiş şekilde bekliyordu. Müdür Bey ellerini birbirine kenetlemiş, pencere tarafına gözlerini kısarak havayı soğutuyordu. Müdür Bey tekrar söze girmek ellerini masaya koyup Nazım’ın gözlerinin içine baktı ve derin bir nefes aldı;
-Güzel çay yapardı evet ama hepiniz şahitsiniz, ne zaman boş bıraksan bilgisayardan bir şeyler kurcalar, kimseye göstermezdi. Ne yaptığı ettiği belli değil, anlamsız anlamsız sözleri filan. Bir gün orada kalıyor, bir gün burada kalıyor, yediği içtiği belli değil. Nazım bu seni de yakar. Belliydi zaten bunun böyle bir şerefsizlik yapacağı. Onun gibi bir…
Nazım müdürün sözünü tamamlamasına izin vermeden ayağa kalktı. Gayet sükunetle kesti müdürün gözlerini;
-Bana bak müdür! Senin şerefsiz dediğin adam benim yıllardır dostum. Sen dahil kimse tanıyamadı onu. Çünkü tanımak istemediniz. Sadece bir çaycı en fazla ne çıkabilir ki? Çaycılar sıradan olur, bilgisiz olur, eğlenmeyi bilmez, onlarla pahalı sohbetler edilmez... Bir gün dahi hatırlamıyorum ona hal hatır sorduğunu. Bir gün de gelip senden üç kuruş talep ettiğini hatırlamam. Çok maaşını bilirim ben onun, tek bir kuruşuna dahi dokunmadığı. Kafanızı kaldırın şu firmaya bir bakının; her yerde ondan bir şeyler var. Sizin oturduğunuz o masa eski müdürün isteğiydi. Sadece kulak misafiri oldu, her gün bisikletle bir parçasını getirerek masa değil makine yaptı resmen. Kıytırık dediğin, beğenmediğin adam buranın gelirini giderini, atölyesini, muhasebesini senden iyi biliyor desem yeridir. Kıytırık dediğin adamı in atölyeye sor, satış danışmanlarına sor, gel bana sor. Senin gibi adamları cebinden çıkarır o. Kıytırık bir fabrika, kıytırık bir müdür ve kıytırık bir iş adamı yüzünden ben dostumdan vaz geçmem. Senin o itibarını onun evinin çamurlu yoluna paspas niyetine sererim. Bende istifa ediyorum artık…
Lafını bitirip odadan çıkmayı planlarken Müdür’ün telefonu çaldı. Müdür bu çalan telefon sayesinde daha fazla ezilmekten kurtulacağını düşünerek cevap verdi. Karşıda konuşan kimse resmen müdürü yerin dibine sokuyor, iki kelimeden fazla konuşmasına müsaade etmiyordu. Müdür dudaklarını içe doğru büzerek telaşla dinliyordu. Nazım neler olup bittiğine anlam verebilmek için kapının önünde bekleyip kulak kesildi. Müdür telefonu sonlandırıp telaşla masaya bıraktıktan sonra bir iki kelime ancak edebildi. Kelimeler boğazına düğümlenerek konuşmaya çalıştı;
-Yılmaz Bey’i yol kenarında darp edilmiş halde bulmuşlar. Senin o can dostun yüzünden burayı kapatmakla, beni öldürmekle suçluyorlar Nazım. Ben bunu hak etim mi şimdi? Allah aşkına söyle!
Nazım bu sözleri duyunca kafasından kaynar su dökülmüş gibi afalladı. Kapının kolundan destek almaya çabaladı, eli ayağı buz kesti resmen. Gözlerini birkaç saniye kapalı tutup kendini toparladıktan sonra;
-Müdür benim çok acil çıkmam lazım. Dediğim gibi bende istifamı veriyorum. Olanlar hakkında da bir bilgim yok!
Nazım’ın ağzından son kelimenin çıkmasıyla kapıyı çarpması bir oldu. Sert ve hızlı yürümesiyle kaliteli kunduralarından çıkan sesler ofiste yankılanıyordu. Aklında ki senaryolar gittikçe daha da karmaşık hale gelmeye başladı. Bu adam nereye gidiyor? Yılmaz Bey’i kim o hale soktu? Bu adam nasıl bir şey? Yıllardır tanıdığı dostu sanki artık bambaşka birisiydi. Arabasıyla terminale doğru dörtlüleri yakıp son sürat yola koyuldu. Trafiğe küfürler yağdırarak sürekli dostunu aramaya devam ediyordu. Hiçbir ses soluk yok. Sanki aklıyla oynanıyor, salak yerine koyuluyordu. Eğer ki normal bir sohbet fırsatı bulabilirse dostunun yüzüne vuracağı laflar gittikçe artıyordu. Terminale giriş yaparken kafasından geçirdiği hızlı planla otobüslerin çıkış kapısını kestirdi gözüne. Hızla arabasını oraya yöneltip lastikleri yakarak kapattı çıkışı. Görevliler arkasından bağırsalar da koşarak peronları aramaya başladı. Baştan sona tüm peronları ara vermeksizin tüm uzuvlarıyla taradı. Dışarıda olmadığına kanaat getirdikten sonra, içeriye girip “Buralarda bir seksen boylarında, zayıf, uzun saçlı, bol giyinir, kare tarzı gözlükleri var. Böyle birisini gördünüz mü?” sorusunu önüne çıkan herkese sormaya başladı. Arkası dönük tüm uzun saçlı insanları çevirip yüzlerine bakıyordu. Çıldırmış gibi, içeri dışarı taramadık yer bırakmadı. Aklına tuvalet geldi. Hızla tuvalete koşup orayı da iyice aradı. Fakat nafile, tüm umutları sönmüş şekilde aracına doğru giderken gözleriyle gezinmeye devam etti. Peronların ortasında ki sütunun dibinde bağdaş kurup oturan birisini fark etti. Buradan yalnızca diz kapağından birkaç santimini görebiliyordu. İçinden dualar ederek hızla o sütuna yaklaştı. İyiden iyiye yorulmuş nefes nefese kalmıştı. Sütunun diğer tarafında bir adam oturmuş, bir elinde defter kitap tarzı bir şey diğer elinde kalem olan birisi olduğunu gördü. Tam karşısına geçtikten sonra dikkatle bakıp rahat bir nefes aldı. Ellerini beline koyup, bir bacağını ön tarafa uzatarak;
-Sonunda buldum seni.
-Saklanmıyordum ki, neyi buldun?
Nazım’ın sinir katsayısı bilmece gibi tavırlardan, umursamaz hareketlerden artık tavan yapmıştı. Sinirini atmak için ve ciddi olduğunu göstermek için tek dizinin üzerine çöktü. Dostuna gözlerini kısrak birkaç saniye baktı fakat karşı bir bakış gelmedi. Oynadığı oyuna son derece kilitlenmiş gibi, dünyadan bir haber, yanında savaş çıksa umursamayacak gibi görünüyordu. Ufak bir sırıtışla sağ tarafına baktı Nazım, onu kırmak incitmek istemiyor ancak son derece sinirli ve meraklı olduğundan artık bir şeyleri öğrenmek istemini karşı tarafa son derece sert şekilde yansıtmayı kafasından geçirdi. Sonra aniden kitaba avcunun içiyle vurup fırlamasını sağladı, gözü dönmüş şekilde ayağa kalkarak elini kolunu kavgaya çağırır gibi hareketlendirdi;
-Sikerim lan senin sudokunu! Arıyorum cevap vermiyor, soruyorum cevap vermiyor, yalvarıyorum inat ediyor… Nesin lan sen? Ne yapmaya çalışıyorsun? Sen nasıl benim dostumsun?
Birden ayağa kalkarak Nazım’la burun buruna geldi, gözleriyle yumruklaşmaya başladılar resmen. Saniyelerce birbirlerinin gözlerini delik deşik ettikten sonra;
-Nazım seninle tartışmak istemiyorum, lütfen beni rahat bırak.
Diyerek arkasını döndü ve ağır, sakin adımlarla kitabını almaya yöneldi. Nazım gözlerini devirip kolundan tutup çekmek için hamle yaptı fakat birden midesine sertçe bir yumruk yedi. Nazım tek eliyle onun omzundan destek almaya çalışarak diğer eliyle karnına doğru kapanarak acısını hafifletemeye gayret ediyordu. Acıdan iki büklüm olan Nazım;
-Sinirini öfkeni çıkarabilirsin problem değil ama benimde bir sınırım var. Aklım tüm yeteneklerini kaybetti resmen. Seni bunca yıl tanıyamamışım gibi hissediyorum. Ne oldu sana bu kadar? Bana birkaç saat daha ver. Anlat bana her şeyi. Yedek planını anlat, bileyim ne yapacaksın edeceksin. Söz veriyorum birkaç saat sonra yine gitmek istersen kesinlikle engel olmayacağım.
İçi Nazım’ı böyle görmeye dayanamıyordu. Hem acıdan kıvranıyor, hem nefes nefese, hem yalvarıyor… Dostluğun hatırına bir müddet dahi olsa kendini düşünmek zorunda hissetti. Tekrar arkasını dönüp kitabını yerden aldı. Hiçbir şey söylemeden terminalin arka tarafında ki yeşilliklerin olduğu bölgeye doğru yürümeye başladı. Nazım kollarını iki yana açarak derinden bir of çekti. Bir ağacın gölgesine bağdaş kurup oturdu sakince. Nazım karşısına gelip dikilince;
-Yeni biletimin parasını sen verirsin haberin olsun. Tüm paramın yarısını harcadım o bilete.
Nazım sinirleri bozuk bir şekilde gülerek çimlere, dostunun karşısına uzanıverdi… Arkadaşının günlerdir bu halde olmasına üzgün bir şekilde ona doğru derin derin baktı. Resmen kendi acısını unutmuş sadece merak ettiği onca şeye dikkat kesildi fakat nereden başlayacağını bir türlü kestiremedi. Nazım’a bir sigara uzattı ve ardından yakması için çakmağı çaktı. Nazım gayet disiplinli, sigaradan ve diğer bütün kötü alışkanlıklardan -ki bunların içerisine şeker de dahildir- uzak duran bir adamdır. Kıyafetlerinin ütüsünden, ayakkabılarının temizliğine kadar, dişlerinden saçlarına kadar baştan aşağı düzenli, tertipli ve hijyenik bir insandır. Saçmaladığı ve mantıksız hareket ettiği çok nadir görülür Nazım’ın. Spora olan yatkınlığından cüssesi sanki artık kıyafete ihtiyaç duymuyorcasına biçim almış gibidir.
Nazım bir türlü söze giremeyince kendisi atıldı;
