Katarsis Yaşatan Hayatlar-2. Bölüm
-Ben karşıdan karşıya geçerken göbeğin sağ tarafında bir kalabalık gördüm. Bir kişi sürekli bağırıyor, sanki herkes onu dinliyordu. Kimisi telefonu çıkarmış video fotoğraf filan çekiyor, kimisi sessizce polisi filan aramaya çalışıyor… Ben adamı gördüm, ayağında ayakkabıları yok kadına doğru yürüyordu. Kadın yere apışıp kalmış, çocuk ona doğru koşuyor, ben adamı kestirdim gözüme, tam adamın yanına gidip sakinleştireyim dedim, adamın arkasını dönmesiyle silahıyla burun buruna gelmem bir oldu. Elim ayağım boşaldı, ne kadar soğukkanlı olursan ol, vücudumda ki tüm kan sanki yüzümde toplandı. Etrafıma bakındım çaresizce, acaba birisi gelir adamı tutar mı diye düşündüm de, sessizlik birden bozuldu. Sanki tüm kadınlar koroymuş gibi çığlık attı. Kimisi sağa sola kaçınıyor, kimisi çoluğunu çocuğunu korumaya çalışıyor… E can tatlı tabi, kimse kör kurşuna gitmek istemez. Ben adamla konuşacağım kafamda hızlıca söze nasıl gireceğimi planlamaya çalışıyorum fakat anlık bir patlasa silah kelimeler ağzımdan çıkmadan küçük dilime yapışacak. Adamın yüzünden bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum, beynim durdu sanki bir anda. Dönüp arkama bakmadan kaçayım diyorum, adam beni hedefine aldıysa bana sıkayım derken başkasına gelmesinden korkuyorum… Dondum kaldım resmen. Bir taraftan olayı tahlil etmeye çalışıyorum. Arkada bir araba hava yastıkları filan patlamış, ön taraf içine baya bir göçmüş, kadın yerde çocuk ona sarılmaya çalışıyor… Anlam veremedim hiçbir şeye. Bir müddet kendi kendime düşündüm, adam karşımda küfürler yağdırıyor, kadına mı bana mı? “Abi bir saniye sakin ol lütfen…” demeye kalmadı havaya bir el ateş etti. Sürekli küfür ediyor, konuşmama müsaade etmiyor, bir taraftan da polisin filan gelmesi için dua ediyorum… Bir defa daha söyledim, bu sefer bağırarak söyledim. Nereden söyledim, ben bile anlamadım ne dediğimi. Arkaya bir araba daha durdu, içinden birkaç kişi indi. Silahı tutan adam dahil bir geldiler bana, ben elimi kaldırana kadar ağzımı yüzümü hissetmemeye başladım. İnsana vurur gibi de vurmuyorlar, en küçüğü benden kalıplı zaten. Tertemiz dövdüler, yere kapadım kendimi, bir tanesinin elinde parlak bir şey gördüm, can havliyle bir kaçtım kalabalığın arasına… Zar zor durabildim ayakta. “Abi bana niye vuruyorsunuz?” diye bağırdım. Araçtan inenler benim kadar şaşkınlıkla elinde silahı olan adama baktılar. Adam “Kimsin lan sen, kırığı mısın bu orospunun?” diye sordu nazik bir şekilde, “Yok abi ben tanımam etmem, seni sakinleştirmek için geldim.” Dedim. Adam tekrar döndü kadına silahı doğrulttu. Götüm götüm yaklaştım tekrar, sakin olmasını söyledim. “Çocuk siktir git karışma sen seni de vururum!” diye haykırdı. “Abi bu kadını tanımıyorum, senide tanımıyorum ben. Etrafına saçtığın korkuya bak, benim ağzımı burnumu kırdınız, çoluk, çocuk, genç, yaşlı herkes korkudan kaçışıyor. Aranızda ki meseleyi de bilmiyorum, ama bu kadın kötü bir insansa kötü bir insan için değmez, iyi bir insansa bunlara zaten hiç gerek yok, lütfen silahı indir konuşalım.” Dedim. Adamı zar zor ikna ettim, sanırım biraz erken davrandım, elinde ki silahı almaya kalktım. Elini havaya doğru ittim, bir kez daha patladı silah, silahın tepmesiyle adam sallanınca dirseği indirdim çenesine. Aldım elime silahı bu sefer bunlar kaçışmaya başladı. Kadının çocuğun yanına gittim. Ne olduğunu sordum cevap veremediler. Adam korkudan aracın arkasına gitti. “Abi korkmana gerek yok, korkma gel konuşalım.” Dedim. “Ne korkacağım lan senden, kimsin sen?” dedi. “Beni boş ver abi sen şimdi, problem ne, niye öldürmek istiyorsun bu kadını?” diye sordum. “Orospu kırığından gelen mesaja bakayım derken anasını sikti arabanın, daha ne olsun, ne konuşacağım ben, öldüreceğim ben o kadını.” Diye bağırdı ürkek bir sesle. Ben adam rahat hissetsin anlatsın, yanlış anlama varsa çözeyim diye silahı gidip arabanın camından koltuğun üzerine attım, yine dövdüler. Ulan bir kere dövdünüz işte, niye tekrara gerek duydunuz? Ben dayağımı güzelce yedikten sonra bunlar sonradan gelen arabaya binip kadına tehditler savurarak gittiler. Ayağa kalktım ambulansın ışığını gördüm, ışığa doğru koşmuşum resmen. Ondan sonrası malum işte…
-E polise ne dedin?
-Olduğu gibi anlattım her şeyiyle. Bir tane de ihtiyar amir var, kafasında saç kalmamış, hastanede yatakta aldırdı ifademi.
-E böyle olaylar mutlaka twitterda gündem olurdu, niye düşmedi ki?
-La oğlum adam sayılı iş adamlarındanmış, sen ben yapsak idam için nara atarlardı. İşten atıldığım yetmiyormuş gibi nereye başvursam adımı soyadımı gören elinin tersiyle itiyor. Bilgisayarım filanda fabrikada kaldı. Alacağım da var, onu bari verseler.
-Ne zaman geleceksin almaya?
-Ne yapacaksın, karşılama töreni mi hazırlayacaksın?
-Senle beraber benim istifamı da verelim.
-O niye oğlum, seni de mi dövdüler?
-Abi 6 yıldır yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor, benimde en az senin kadar zoruma gidiyor bunlar.
-Eyvallah sağ olasın ama naçizane tavsiyem bırakma, iki işsiz bu gruba fazla olur. Hem diğer yerler, diğer müdürler de çok farklı değil.
-O gün bir gelsin de ayarlarız sıkıntı değil işsizlik. Bir maaş kadar birikmişim var, en azından bir ay idare edebiliriz.
-Nazım’cığım, seni Allah için severim fakat duygularla hareket etmenin pek sırası değil. Mantık şu an bizi yönetse daha iyi olur.
-Dilersen elimde olan, ulaşabileceğim ne kadar veri varsa hepsinin içinden geçeyim. Ne kadar zarar verirsek o kadar kardır.
-Gün olurda bir gün kendi şahsıma yapılan haksızlık veya hakaret veya bir uygunsuzluktan dolayı senin veya bir başkasının mevcut herhangi bir imkanını art niyetimle kullanırsam bil ki ben yoldan çıkmış bir şerefsiz olmuşumdur. Ama illa ki bir garibana zararları olacak bunların o zamana kadar sabırlı olalım. O zaman patlatırız.
-Senin yerine iki kişi aldılar, biri endüstri diğeri mekatronik mühendisi. Kıl oldum ibnelere ilk günlerden.
-Oğlum onlardan ne istiyorsun? Adamlar başvuru yapmışlar, işe alınmışlar, niye kıl oluyorsun?
-Öyle deme, gözüm kutu kolaların tenekelerinden robot yapan adamı arıyor.
-Ben robot yapmadım oğlum, hazır sistemi mekaniğe dahil ettim. Tenekeler de kullanılmış olsun diye onları kullandım.
-He tenekeler de seninle aynı düşüncede ki her gün şekilleri şemalleri değişiyor.
-Al eline bir silikon tamir et, çok mu zor çakal? Bunu bulduğuna şükret.
-Şaka yapıyorum ya, hiç yoksa benim işimi üç kat hızlandırıyor.
Nazım’la olan bu kısa sohbetten sonra beraber Nazım’ın arabasına yöneldiler. Arabaya bindiklerinde Nazım şoför koltuğuna oturup kontağı çevirdi, ağır ağır ilerlemeye başladı araç. Aracın müzik sisteminin sesini biraz yükseltmek istedi.
-Nazım hiç müzik zevkin yok oğlum ya…
-Öyle deme abi güzel müzikler de var.
-Nazım güzel olmayanlar niye var?
3 gün sonra…
Sabah uyandığında hala gördüğü rüyaların etkisinde bitik bir halde yatakta bir oyana bir bu yana dönüp durdu. Dakikalarca tavanı izleyip kendince kısa vadeli planlarının senaryosunu oluşturdu. Bu şehirde iş bulması artık imkansız hale geldi. Hatta belki de bu ülkede. Yeni bir şehir ve olabildiğince büyük bir yer bulmalıydı ki korkusuz işverenler bulsun.
Sanki annesi kendisini okul için zorluyormuş gibi zorlanarak kalktı yataktan. Mutsuz olduğu anlar için en büyük formülü uyumaktır. Uyuyabilse keşke, üç gün aralıksız uyurdu muhakkak. Aynaya geçip baktığında yüzündeki izleri düşündü. Sağ yanağında ki çizik kabuk tutmuş, timsah derisi gayet iğrenç gözüküyordu. Sanki hiç çalışmayan kaslarını birden çalıştırmış, halter kaldırmış, şınav çekmiş, halı sahada maç yapmış, hamlık yorgunluğu gibi bir yorgunluğu vardı. Afyonu yavaş yavaş patlamaya başlamışken kafasında günün planını oluşturmaya başladı. Lavaboya dayanıp derin bir nefes alarak düşünmeye başladı. Son derece sakin, son derece soğukkanlı ve gerçekçi planlar yapmak için elinden geleni yaptı. Plağının yanına gidip bir plak oynatmaya başladı. Özdemir Erdoğan her gurbet dediğinde sanki o adamlar tekrar tepesine üşüşüyordu. Polise gidip şikayetçi olsa, mahkeme, avukat derken hem zaman olarak hem maddi olarak ne kadar zora düşeceğini kestiremedi. Kaldı ki bu adamın mutlaka siyasal da bir gücü vardır. Gidip kapısına dayansa bir kez daha dayak yeme ihtimali çok yüksek…
Kafasında onlarca senaryo sıraya girdi fakat içlerinden sadece birisi gerçekleşecek. Hızlıca bir bardak sallama çay içip kitaplarını çantaya tıkıp, dergilerini koltuk altına sıkıştırarak çıktı kapıda. Evde onca eşya varken sanki sadece onların çalınmasından korkuyordu. Hepsinde bir şekilde yara izleri var olduğundan gerek. Kimini sağı solu notlarla dolu, kiminin sayfaları yıldız ve alfa sembolleriyle dolu, kimisinde de bir tane çizik yok. Bisikletinin kilini çözüp başladı yine pedalları asılmaya. Artık bir işsiz olduğundan o gün saat dokuzu geçmekteydi. Her zaman gittiği parkın banklarında ki muntazamlığı düşünerek belki bu sefer birkaç çocuğa bakarak huzur bulmaya heveslendi. Ne çok açgözlü hayaller. Başka dert tasa yokmuş gibi, çocukları izleyerek kitap okumak mı? Şu an gerçekten hayal bu mu yani?
Parkın kapısından içeri girerken tebessüm etti. Bisikletinden usulca inip, iki eliyle direksiyonu tutarak bisikleti kendisiyle beraber yürütmeye başladı. Sabahın erken saatlerinde, ya da gece saatlerinde girdiğinde bisikletin üzerinde korkusuzca oturacağı banka kadar öylece giderdi. Şimdi belki karşısına aniden bir çocuk çıkar ihtimaliyle temkinli davranıyor. Gözü hevesli hevesli çocuk aradı. Banka gidene kadar sürekli sağına soluna baktı. Bırak bir çocuğu, bir tane insan görmek bile mümkün değildi. Yine aynı banka kuruldu. O kum kovaları, minik kürekler sanki hep oradalarmış gibi. Dünyanın ilk kurulduğu andan beri sanki orada onlar. Aklına birden Rolf Schübel’in 1999 yılında yayınladığı film geldi. Kederli Pazar… Piyanist olan Andras’ın hikayesi… Aşık olduğu kadına doğum günü hediyesi olarak bir beste yaptı Andras. Bu nahif hediyenin dünyada yüzlerce kişinin intiharına sebep olmasını nereden bilsin ki Andras? Bir an kendini sorguladı oracıkta. Son günlerde sanki bütün şarkılar kendisi için söylenmiş, sanki bütün filmler kendisi için çekilmiş, sanki bütün kitaplar kendisi için yazılmış gibi hissediyordu. Andras oldu çıktı bir anda. Andras’ın da kötü bir niyeti olmamalıydı fakat onca kişinin intiharına sebep olacak bir beste hediye etti aşkına. Ah bu ahmak romantikler… Kendisi de iyi niyetiyle karıştığı bir hadiseden, iyi olmayan bir şekilde eline yüzüne bulaştırdı. Andras’ın kaderinin bi değişiğini, aynı bokun lacivertini yaşıyordu sanki.
Kendi kendine konuşma faslın tam geçeyim derken telefon çaldı, arayan Nazım;
-Guru neredesin?
-Aleykümselam, yola çıkıcam şimdi fabrikaya geleceğim.
-He pardon, selamaleyküm. Geleyim mi seni almaya?
-Yok yok fabrikada görüşürüz.
-Böyle diyeceğini tahmin ettim ben geldim zaten fabrikaya. Hadi bir an önce gel de o Fransa’ya yapacağımız iş için gelecekler. Toplantı görüşme yemek filan derken, seni aksatırlar.
-Tamam hacım geliyorum…
Biraz daha bankta oturup bekledi. İyice düşünmesi gerekiyordu. Alacağı parayı alamazsa en fazla üç gün sonra açlık oyunları başlayacak. Biraz daha oturmaya karar verip, sudoku kitabını çıkarıp bir oyuna başladı. Bulmaca sayfasının üst kısmına şu sözleri yazdı; Makinenin işi bu hazır baskına…
Kafasında ki düşünceleri bir kenara itip sudokusuna odaklandı. İmkansız seviyede ki bulmacanın birinci karesinden başlayarak tüm ihtimalleri not etti. Son kareye kadar, her kareye gelme ihtimali olan tüm sayıları bulmacanın üzerine not etti. En sevdiği oyunlardan birisi sudoku. Yalnızca iki rakip var; zaman ve kendisi. Bu oyunun odaklanmasını, dikkatini, zaman yönetimini, zihnini fazlasıyla geliştirdiğine inanıyor. Bir süre sonra oyun kırılma noktasına geliyor. Tüm ihtimaller tekrar tekrar gözden geçiyor fakat herhangi bir ilerleme olmuyor. Mutlaka gözden, dikkatten kaçan bir şeyler var. Tam bir kriz anı… Kırılma anında bir karenin çözümü tüm oyunun çözülmesine yetiyor. O kareyi çözdüğü anda ki zevk, tüm oyunu çözdüğü andaki zevkten daha az olamaz.
Gayet sakin hareketlerle kitaplarını, dergilerini toparlayıp bisikletiyle yola koyuldu. Zaten bir çocuk dahi göremedi parkta. Belki de bu son gelişidir. Bu kaydıraklar, salıncaklar, kum kovaları, minik kürekler birileri gelip kitap okusun, kendi kendine konuşsun diye oraya koyulmuş olamaz. Bu çocukların nesi var?
Fabrikaya gayet sakin bir şekilde girdi. Kapıda ki güvenliğe selam verip, tebessüm birbirlerinin hal hatırını sordular. Bisikletini kapının önüne kilitleyip içeriye girdi. Muhasebeci İlkay onu gördüğüne çok sevinerek;
-Oooo kimleri görüyorum?
-Merhabaaa kolay gelsin, nasılsınız?
-Biz iyiz sen nerelerdesi asıl?
-Bir iki ufak tefek sorunlar oldu da, sonra anlatırım. Müdür nerede?
-Fransa’da ki şirketinin bayi sorumluları geldi. İçeride toplantıdalar, Müdür Bey çok gergin. Yeni gelen mühendisler sanırım henüz tam adapte olamamışlar, Müdür Bey elinden geldiği kadar kendisi konuşmaya çalışsa da karşı taraf çok zorluyor.
İlkay’ın arkasından bağırmasına rağmen duymazdan gelip birden dik ve emin bir şekilde toplantıya daldı. Projeksiyon perdesinin üzerine basit bir slayt yansıtılmış bunun üzerinden bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Sağ tarafta top sakallı, mavi kravatlı, biri diğerinin bir küçük modeli olan iki kişi muhtemelen Fransa işi sorumluları. Onların karşısına oturan müdür olabildiğince az yer kaplamaya çalışıyor gibi. Diğer iki yeni mühendis zaten sanki yok gibiler odada. Önlerinde yalandan bir dosya dahi yok. Odaya bir göz gezdirdikten sonra lafa daldı;
-Evet kusura bakmayın, biraz geciktim. Yarı yolda tekerim patladı, malumunuz böyle şeyler çok oyalıyor.
Mavi kravatlılara dönüp;
-İsminiz neydi?
-Sedat.
-Sizin ki?
-Kerem.
-Sedat Bey ve Kerem Bey. Ben bu projenin sorumlu mühendisiyim. Sorularınızı birebir bana sorabilirsiniz.
Müdür Bey ayağa fırlayıp;
-Evladım ne yapıyorsun?
-Seni babalıktan reddettim. Biraz iş konuşalım…
Son sözü söylerken tüm odaya pis bir sırıtış attıktan sonra top sakallılara tekrar dönüp;
-Benim biraz haylaz olduğumu düşünüyor da. Siz ona takılmayın, adını kimliğe Müdür diye yazdıran işkolik bir yöneticidir. Sedat ve Kerem Bey, talepleriniz bize ilk ulaştığı andan itibaren ki tüm süreci size izah etmek isterim.
Nazım o anda İlkay’dan aldığı haberle son derece şaşkın şekilde içeriye kafasını uzattı. Dostunun müdürle tartışmasını beklerken, dostu odadaki tüm kontrolü eline almış, azılı bir hakim gibi resmen yargı dağıtıyor gibi göründüğünü fark etti.
-Nazım Bey sizi gördüğüme çok sevindim, sizden rica etsem benim bilgisayarımı projeksiyona bağlayabilir misiniz?
Odadaki diğer herkes gibi şaşkına dönen Nazım, ağzı açık bir şekilde ancak kafa sallayabildi. Kerem Bey söz alıp;
-Beyefendi öncelikle tanıştığımıza memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim. Ama biz hikaye dinlemek için gelmedik, koşulları konuşabilir miyiz artık?
Kerem Bey’in içe dönük avuçlarından, vurgu yapacağı yerde omzunu düşürüp boynunu eğmesinden anladığı kadarıyla hemen karşılık verdi;
-Siz tarama cihazları karşılığında para verip satın almak için mi geldiniz, yoksa tarama cihazı karşılığında para satmaya mı?
Kerem Bey soruyu tam anlamamış olacak ki, Sedat Bey girdi bu seferde,
-Kusura bakmayın Beyefendi ama biz bir ticaret firmasıyız. Biz aldığımız rakama ve sattığımız rakama bakmakla mükellefiz.
-Mükellefiyetlerinizden anlaşıldığı kadarıyla son iki yıl içerisinde aman aman büyük bir ticarete atılım gösterememişsiniz. Yönetim değişikliği yüzünden olsa gerek. Sedat Bey basit bir fırında bile ekmeği ustalar yapar, satışını tezgahtar yapar. Bir tezgahtarın diğer tezgahtara olan farkı ancak imalathanede ki aksiyonu bilmekle olur. Siz burada ki aksiyonu bilmeyecekseniz, biz neden sizinle çalışalım ki?
Kerem Bey, Sedat Bey ve Müdür Bey’in bir anda gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Diğer iki mühendis halen daha nerede olduklarını anlayamamış gibiler. Nazım tüm kurulum işlemlerini tamamladıktan sonra hazır olduğunu ifade etti.
-Bize gelen ilk talebiniz, taradığı parçayı anlık fotoğraf, video ve patlatmalarla ürünü animasyona dökebilecek bir cihaz üretmekti. Bu talebinize binaen ekranda gördüğünüz patlatma görünümü yeni modelimize ait bir patlatma videosudur. Lazerin ucunda ki mikro merceğin arkasında neredeyse mikro sayılabilecek bir kamera yerleştirdik. Parçanın oturacağı tabla 360 derece vakum sağlayarak parçayı hiç döndürmeye gereksinim duymaksızın, yalnızca tabla dönerek taramayı sağlıyor. Bu yeni ürettiğimiz cihazdan şu ana kadar 2 adet kusursuza yakın numune ürettik. Patlatma videosunu izlediğiniz bu numunenin taramasını ve animasyonunu da yine ikinci numunemizle hazırladık.
Sedat Bey’in dört parmağı resmen Meksika dalgası yapıyordu. Bunu gördükten sonra, ellerini masaya tam yerleştirip Sedat Bey’in gözlerine bakarak;
-Neden bu kadar tedirginsiniz Sedat Bey?
-Şey, maliyet kısmını düşünüyordum. Maliyeti nasıl düşürmeyi planlıyorsunuz?
-Ticaret ehli sizsiniz, biz bu cihaz için tüm parçaları sınırlı adette temin ettik, tüm malzeme sertifikaları elimde mevcut. Dünyada bu malzemeleri üretenleri bize siz bulun, ne kadar ucuza almamızı sağlarsanız bizde o kadar maliyetten kısmış oluruz. Bir model önce ki ürettiğimiz cihazlarda kullandığımız malzemeler ile bu cihazda kullandığımız malzemelerin aynı olanları için aynı fiyat geçerli olacaktır. Yeni opsiyonlar için siz dünya çapında bir araştırma ile bize yardımcı olursanız, fiyat konusu iki taraf içinde daha iyi olacaktır. Değil mi müdürüm?
Müdür Bey birden kendisine dikilen kahve gözleri görünce ne yapacağını bilemedi. İçinden bu çocuğun ne yapmaya çalıştığını düşünerek son derece kararsız şekilde onayladı soruyu. Birden ortaya sözleşme kağıtları koyuldu. Sedat Bey ve Kerem Bey sanki durumdan memnun gibi hemen attılar imzayı. Sıra Müdür Bey’e gelince odayı telaşlı gözleriyle gezdi sanki. Medet umarcasına yeni iki mühendise baksa da bir karşılık göremeyince oda attı imzayı. Toplantı bitiminde eller sıkışıldı. Müdür Bey’in ve diğerlerinin şaşkın bakışları arasında ağzının sağ kenarını yükselterek aşağılayıcı bir bakışla birden arkasını dönüp toplantı odasından çıktı. Müdür Bey arkasından bağırarak;
-Ne yapıyorsun sen?
-Haylazlık…
