top of page

Is Sizsiniz!

Jerry Mandel zamanında şöyle söyledi; "Teknoloji bizi yaşama (yaşamımızı sürdürme) becerilerinden yoksun bırakmıştır. Bu nedenle kişinin kendi başına çaba harcamaksızın yaşamasını garanti eden bir refah sistemi geliştirdik. Ülkedeki tüm nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için işgücünün sadece yüzde 15'inin yeterli olduğu bir yerde iki sorunla karşı karşıya geliriz: hangi yüzde 15 çalışacak ve diğerleri [çalışmayanlar], vazgeçilmez olmadıkları ve sonuçtaki anlam kaybıyla nasıl başa çıkacaktır? Logoterapi, yirminci yüzyıl Amerikası için söylediklerinden çok daha fazlasını söyleyebilir."

Bu sözüyle, insanın anlam arayışına ve Logoterapi’ye vurgu yapmak ister. Logoterapi, nörolog ve psikiyatrist Viktor Frankl tarafından, bir bireyin birincil motivasyon gücünün hayatta bir anlam bulmak olduğu öncülüne dayanan bir kavram üzerine geliştirildi. Logoterapi benim anlatmak istediğim mesele değil. Bu kavramı Vctor Frankl’in kitaplarından rahatça öğrenebilirsiniz.

Mandel bu sözüyle, matematiksel olarak toplumun küçük bir kısmının çalışmasının, tüm nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olacağına kanaat getirmiştir. Nitekim basit hesaplamalarda bunu doğrular. Günümüzde Türkiye’de 83 milyon kişi içerisinde ki çalışan insan sayısı ise toplam, ücretli resmi olarak bilinen 12,5 milyon, ücretsiz ve gayriresmi çalışanlarla beraber belki 15 milyon kişi civarındadır. Dolayısıyla işsizlik oranı yüzde 15’e yakın ve muhalefete göre çok daha fazladır. Peki Mandel bu iddiasında tutarlıysa, bizim halkımızın neden büyük bir çoğunluğu açlık sınırındadır? Bunun birçok sebebi var. Ben burada kendi gözlemlerimi yazacağım.

Birinci ve en büyük sebep olarak şunu görmekteyim. Kimse kendi sorumluluğunun gereğini yerine getirmemektedir, kendi işini yapmaksızın vazifesi olmayan birçok işi de kendi üstüne almaktadır. Bunu en tepedeki idarecilerden tutun, en aşağıda bulunan işçi sınıfına kadar herkeste gözlemlersiniz. Basit iki örnek vereceğim. Bu ülkenin bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve Diyanet Reis’i var ve literatürde laik bir sistemimiz olmasına rağmen, meseleler üzerinde Sayın Cumhurbaşkanı Diyanet Reis’inden önce halka izahta bulunmaktadır. Tanınmış hocalardan biri olan Nurettin Yıldız, zamanında kadınlar günü münasebetiyle bir izahta bulundu. Bu yıllar sonra ülkede gündem oldu. Söylediği doğru veya yanlış, biz inananlar olarak şunu bekledik; Diyanet Reis’i çıkacak, fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerden, delilli olarak bu adamın söylediklerini destekleyecek ya da çürütecek. Ancak böyle bir şey göremediğimiz gibi şunu gördük; Sayın Cumhurbaşkanı çıkıp retorik ifadeler ile Nurettin Yıldız’a bir cevap verdi ve gündeme bu oturdu. Sayın Cumhurbaşkanı belki ilim konusunda Diyanet Reis’inden daha üstündür veya değildir bu kısmını bilemem ancak bu izahı Cumhurbaşkanı yapacaksa Diyanet neden var? İkinci örneği sizin kendinizi sorgulamanızı sağlayarak vermek istiyorum. Çalıştığınız yerleri gözünüzün önünde canlandırın. Standart olarak yapılması gereken bir iş vardır ortada ve bu iş gerekli sayıda insana yükümlü hale gelmiştir. Mesela bir araç üreteceksiniz ve bu üretim için bir mühendise, bir tasarımcıya, beş imalat personeline, bir muhasebe sorumlusuna, bir kalite kontrol sorumlusuna ve bir idareciye ihtiyaç var. Bu insanların tamamı birbirine entegre olmuş şekilde ve yüksek verimle çalışmaları gerekir ki bu üretilen araç istenilen gibi olsun. Fakat bugün bu şekilde çalışmaya çalışan insanların çoğu, tam olarak ne iş yaptığını bilmemekle beraber, kendini farklı bir kişinin yapacağı işe adapte etmeye çalışarak birincil sorumluluğunu göz ardı etmektedir. Yani tasarımcı yarım yamalak bir tasarım yapıyor aynı zamanda kalite kontrole de girmeye çalışıyor, kalite kontrol sorumlusu yarım yamalak bir kontrol yapıp imalat personeliyle beraber üretim yapmaya çalışıyor. Tabii bir yerde bu patlak verince idareciler genelde şöyle savunma yapar (ekstra işçi veya diğer maliyetleri düşünerek); herkes her işi yapacak ama sorumlusu olduğu asıl işi de unutmayacak. Sorumlusu olduğu işi unutmasalar zaten herkes kendi işini yapar, takır takır ilerler bu iş. İlerlemeyen bir birim olursa anla ki oraya bir destek lazımdır, onu da idareci olarak sen çöz. Daha büyük bir perspektiften bakılırsa bu iş hayatlarına şunu görürsünüz; mühendislik mezunu adam bir firmada muhasebe tutar, muhasebe eğitimi almış bir kişi okulda ekonomi dersi vermeye çalışır, sağlık bölümlerinden mezun olmuş bir kişi çevirmenlik yapmaya çalışıyor. Nihayetinde şöyle bir tabloya tanık oluyoruz: A firmasında 5 yıl çalıştıktan sonra, B firmasına gittiğiniz zaman sıfırdan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorsunuz çünkü mühendislik mezunusunuz, A firmasında muhasebecilik yapıyordunuz ve B firmasında ki pozisyonunuz tamamen meçhul, bu sayede B firması sizin 5 yılınızı bir tecrübe olarak görmeyip elinden geldiği kadar düşük bir fiyata çalıştırıyor. Hal böyle olunca maaş konusunda anlaşmazlıklar, iş yükü konusunda anlaşmazlıklar kaçınılmaz oluyor. İşverenler çalışanları suçlar, çalışanlar işverenleri. O yüzden mümkünse kendinize has bir iş dalı belirleyip o dala sımsıkı tutun ve gereksiz sorumluluktan ve fedakarlıktan kaçının. Bünyeniz el veriyordur, bir tane işi tam manasıyla halledip, ikinci bir işe desteğe gidiyorsunuzdur, bu sizin yararınızadır ve hayatınızda alternatif oluşturmaya başlar. Ancak kesinlikle sorumlu olduğunuz bir işi aksatıp başka bir şeye koşmayın. İdareci olarak da bir konumunuz varsa, kime ne iş vereceğinizi baştan planlı şekilde götürün. İdarenin dağınık olduğu bir sistemde, sistemin bütünün düzenli olması imkansızdır. O sistem bir şekilde yürür ancak koşması beklenilen dönemde emeklemesi olağanlaşır.

İkinci gördüğüm sebep ise, çalışan ve işsiz kesimin, işveren olarak devleti görmesidir. Bugün işsizlik yüzünden hükümete söylenmeyen bir söz kalmamıştır. Hükümet bunu her ne kadar dile getirmek istemese de bunun sorumlusu bu ülkede yaşayan insanlardır. Şunu söylemek istiyorum; üniversite mezunu bir kişi önlük giyip mutfakta çalışmaya çekiniyor, işveren kesimi 10 kişinin yapacağı işi nasıl 8 kişiye yaptırırım hesabına gidiyor ve herkes birbirinden çalmanın peşinde koşuyor. Bunun sorumlusu doğrudan doğruya halktır. Okur yazar oranı düşük toplumlarda tefeciler, kaçakçılar ve mafyalar nam salar. Bugün tokatçı olarak tanıdığımız insanların sayısı gün geçtikçe arttığı kadar bu namı onlara teslim eden, onlara safça kanan insanların sayısı da artmaktadır. Geçtiğimiz günlerde resmen ikinci bir çiftlik bank vakası ile karşı karşıya kaldık. Yaklaşık 400 bin kişi coin mağduru olarak tarihe geçti bile. 2 milyar dolarlık bir kayıp söz konusu. Eğer ki doğruysa muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük dolandırıcılığı olacaktır bu. Bu 400 bin kişi neye güvendi şimdi? Güya yatırım yaptılar, risk aldılar. Bile isteye tefeciye teslim ettiler paralarını, emeklerini, hayallerini. Kimse sizin çocuğunuzun bez parasını, faturalarınızı düşünmez. Okur yazar olmak bilindiği gibi basit bir şey değildir. Norveç, Kanada, İskoçya veya İsveç gibi örnek gösterilen, refah seviyesi yüksek ülkelerin, ekonomik olarak bizden farkları finansal okur yazar olmalarıdır. Yani bu saydığım ülkelerde finansal okur yazarlık oranları yüzde 70’e doğru hızla ilerlerken, biz henüz yüzde 30’a ulaşabilmiş değiliz. İsveç’te yaşayan sıradan bir kişi, şahsi bütçesini, ülkesinin ekonomik durumunu, çalıştığı yerin ekonomisini kendisine yetecek kadar bilir ve yorumlayabilir. Güney Kore’de yaşayan sıradan bir insan kesinlikle kendi milletinden bir başka insana çalım atmaya çalışmaz, bir Yugoslav’a yapar bunu belki ancak kendi milletine kolay kolay yapmaz. Tefecileri çok az bilinir o memleketlerin. Bizim kesinlikle bu milletlerden aşağı kalır yanımız yok. Tek sorunumuz gavura kızıp oruç bozmak. Benden çaldılar bende çalarım, üç beş kişi var kısa yoldan zengin olan bende olurum düşüncesi. Kendimize hiç olmayacak şeyleri ayak bağı yapıp, her seferinde kontra ataktan gol yemekteyiz.

Üçüncü sebep ise hükümettir. Özellikle vergi yükümlülüğü bazı kesimlerin belini bükmektedir ve gelir eşitsizliğini hızla artırmaktadır. Özel tüketim vergilerinin detaylarını basit bir araştırma ile herkes bulabilir. Vergi yükümlülükleri adaletsiz bir şekilde ilerliyor. Buna karşılık benim haddim değil ancak şöyle bir tavsiyem var. Madem bu ülkenin godomanlarından vergi alınmıyor, esnaftan da ürünlerin satış vergileri hariç ekstra bir vergi talep edilmesin. Yani fırıncı sadece ürettiği ekmeğin vergisini alsın, başka bir vergiyi fırıncıdan da almayın, bakkaldan da almayın. Madem bu vergiler halk için toplanıyor, küçük esnaftan alınan vergiler ihmal edilince haliyle fiyatlar aşağı çekilecek, bu halk ekmeği, domatesi, eti daha ucuza alacak. Yeterince yol yapıldı gibi zaten. Büyük iş adamlarından alınamayan vergiler, halktan da talep edilmesin. Bununla beraber denetimlerin daha sık ve bilirkişiler ile yapılması, tüm halkın yararına olacaktır. Gördüğüm kadarıyla söylüyorum, imalatçı bir firmaya denetime giden yetkililer, o malzemenin üretim aksiyonunu bilemedikleri için iş yerini zora sokma ve gereksiz isteklerde bulunabiliyorlar. Gevşetildiği zamanda olmadığı tecrübe edilmiş olmalı. En iyisi bilirkişiler ile daha sık denetimler yapmaktır.

Demem o ki, ister işçi, ister işveren, ister hükümet olun, bu ücretli çalışma noktasında daha rasyonel ve seküler kararlar almak lazım.

Bir yaratığın sahip olabileceği ve kendi türü arasında onu öne çıkarabilecek tek şey akıldır. Bir dava ehlinin, bir ülkücünün, bir milliyetçinin, bir bilim adamının, bir işçinin, bir idarecinin, bir insanın başarısında olmazsa olmaz şartı akıldır. Akıllı insan dikkatli olmayı ve odaklanmayı çok iyi başarabilen insan demektir. Dikkat ve odaklanma icabında hayat kurtarır. Yukarıda belirttiklerim benim yani sıradan bir vatandaşın gözlemleyebildikleridir. Elbette örnekler çoğaltılıp, başka sebepler de bulunabilir. Yazdıklarım lütfen herhangi bir kurumun özellikle siyasi partilerin ve hükümetin zoruna gitmesin. Amacım herhangi bir prokavatif eylem değildir. Sağlık ve selametle…


48 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page