Filistin'i Yanlış Ağladınız
Bugünlerde tüm medya kanallarında Filistin için üzücü paylaşımlar görüyoruz. Tekrar işgalci İsrail’in zulmüne dünyaca şahit oluyoruz. Filistin ahalisi çoluk çocuk, genç yaşlı, sapanlarla taşlarla yine direnmeye çalışıyor. Medyaya yansımasa da daha önce Suriye’de olduğu gibi, kadınlar namuslarını korumak adına intihar edebilmek için fetva istiyorlar. Erkekler ölürken bile arkalarında bıraktıkları insanlar için tebessüm etmeye çalışıyor. Direk düşman belli, bir avuç İsrail. 2 milyar nüfusa sahip Müslüman nüfus, avuç içi kadar bir ülkeye karşı duramadı. Sebebi beş yaşında ki çocuğa sorsak o bile izah eder artık. Mutlak gücün küresel devletlerin elinde olduğunu kabullenmiş şekilde çaresizce bekliyoruz. Neyi bekliyoruz? Bir kurtarıcı bekliyoruz. Bir metafor haline gelen ebabilleri bekliyoruz. Fakat kimsenin ebabil olmaya niyeti yok. Varsa yoksa filin büyüklüğünden söz ediyoruz.
Biz Müslümanlar olarak kendimize bir Yusuf kuyusu kazdık, şimdide onun edebiyatını yapıyoruz. İstihbarat bilimi kitaplarında şu ifadeyi görmüşsünüzdür; Ulusal bir devletseniz küresel devletlerle, küresel bir devletseniz ulusal devletlerle mücadele etmek zorundasınız. Bizde ulusal bir devletiz ve ortada bir Filistin meselesi olsun veya olmasın mücadele etmek zorundayız. Emin olun sıra yakında bize de gelir. İşin en kötü tarafı da bence şu ki, şu an orada bu zulmü yaşayan insanların travmaları, bir sonraki nesle, hatta üç kuşak sonrasına geçecek. Yani oradan bir kadın buraya geldiğinde, uçak sesini duyduğu zaman olağanüstü davranışlar sergiler. Tepesine mermi, bomba veya füze yağacağını zannederek kendini korumaya almak ister. DNA’da bulunan CRF1 ve CRF2 reseptör antagonistlerinin gerekli kodlamayı yapmasıyla, bu kadının çocukları ve torunları da savaş anını yaşamasalar bile, uçak sesi duydukları zaman o olağanüstü davranışları sergileyecek. Bu işin psikolojik boyutu. Kimyasal silahların yol açtığı biyolojik zararları yedi kuşak ötesine kadar göreceğiz. Bir düşünsenize Filistin’de bir anne, bir baba olduğunuzu. Hala şampiyonun hangi takım olacağını tartışır mıydınız? Ya da yediğinizi içtiğinizi paylaşır mıydınız? Arka fonda çalan hareketli, baslı müziklerle bedeninizi sergiler miydiniz? Yanınızda ki insanlara kin güder, arkasından konuşur muydunuz? Çeşit çeşit kıyafetlerinizle caka satar mıydınız? Aldığınız yeni arabanızla videolar çekip, açlıktan söz eder miydiniz? Bunların hiç birine fırsat bulamazdık değil mi?
Bunu okuyan insanlar şunu söyleyebilirler; orada onlar yaşanıyor diye ben yaşamaktan mı vaz geçeyim? Benim suçum mu yaşananlar? Yukarı da ki sorduğum soruların hiçbiri yaşam belirtisi değil. Suçlu da elbette ki sadece sen değilsin. Yani en azından masummuş gibi gösterilen, Yahudi halkı kadar suçlu değiliz. Öyle gösterildi değil mi? Hatırlayın, Nazi’lerin (Nasyonal Sosyalist) yaptıkları için, sanki Yahudi ahalisi son derece masummuş gibi onlarca yıl tüm dünya güya haklarını savundu. Sıra Filistin’e nispeten daha büyük Ortadoğu veya Müslüman devletlere geldiği zaman Hitler’e rahmet okuyacağız merak etmeyin. Şu son bir ayda dikkat edin, insan hakları, kadın hakları, demokrasi gibi kavramları bize öğretmeye çalışan AB, bu mesele için iki tarafı da ateşkese davet etti! Allah aşkına kimin elinde silah olduğu belli değil mi? Ne demek iki tarafta. Sapanların lastiğini koparmaları yönünde bir davet mi bu? Yoksa alenen dalga geçmek mi?
Sevdiğim bir hocam Türk halkı ve milleti için, bu ümmetin muharip çocuklarıyız der. Tarih’e merakı olanlar okumuştur mutlaka, Türkiye’ye sığınıp da geri çevrilen insan sayısı neredeyse yoktur. Şu Çılgın Türkler Kıbrıs kitabını okuyanlar hatırlar, kıtlık zamanlarında Yunan Milleti’ne defalarca gemilerle erzak yardımında bulunduk, bu yardımların birinde gemimiz battı ve içindeki insanlarımız acı şekilde boğularak can verdi. Karşılığını Kıbrıs’ta gördük, EOKA bize yeterince gösterdi. Daha önce İspanya, Macaristan, Polonya’dan kovulan Yahudilere de kapımızı açtık. Çanakkale’ye, İstanbul’a yerleştirdik. Karşılığını şimdi fazlasıyla görüyoruz. Fazla uzağa gitmeyelim, özellikle Afgan ve Suriyeli sığınmacılara yine biz kucak açtık. Şimdi Yahudi Soykırımı olmamıştır demenin ağırca cezalandırıldığı AB mi bize insan haklarını, demokrasiyi öğretecek?
AB, ABD, İsrail, BAE bize ancak nankörlüğün, ihanetin ve barbarlığın ne olduğunu öğretebilir. Nitekim dikkat kesilin yurtdışına gidip gelen, orada tuvalet temizliği yapan insanlar bugün Türkiye’yi yerden yere vurur. Tek geçerli sebep ekonomik refahtır onlar için. İşte benim ülkemin insanına Avrupa’nın öğrettiği. Paradır çünkü bu insanları yaşatan. Batı ülkelerinde patlayan meçhul bombaların bize nispet edilmesiyle barbar ve terörist ilan edildik. Şimdi düşman belli, zulüm belli, işgal ortada, İsrail için nefsi müdafaa açıklamaları yapılıyor. Bundan kısa süre önce, teröristler için idam istendiği zaman, Allah’ın verdiği canı Allah’tan başkası alamaz diyerek, güya insanın yaşam hakkını savunan insanlar vardı. Allah lafzının ağzına yakışmadığı, salyalarıyla bile insanlara zarar saçan, o güya insanlar, Batı ve Yahudi ağzıyla nefsi müdafaa olduğunu destekliyor. Alenen ifade edemiyorlar cesaretleri yetmiyor buna ancak içten içe destekliyorlar.
Birde sanki inanç meselesi akli bir argümanmış gibi, yeni yetişen gençliğin ateist ve deist olmalarına sevinip, ülkeyi bu gençlerin kurtaracağını iddia eden insanlar var. İbrahim’i dinlerin ortaya çıkışından beri bilinen 5000 yıllık insanlık tarihi, ahlak, adalet veya insanlık gibi kavramlarda dinin ve inancın -eğer ki tahrif ve suiistimal edilmezlerse-, bir motivasyon kaynağı olacağını belli etmiştir. Ateist veya deist olup insanlara sayılamayacak kadar çok şey öğreten insanlar da var, dinine son derece bağlı yaşayıp bilimi şahlandıran insanlar da var. İhsan Fazlıoğlu’na Müslümanların şu an ki bilimden uzak kalmalarının sebebi sorulduğuna. “Biz geçmişinden geri kalmış bir milletiz.” Der. Eğer ki ateizm, deizm veya herhangi izmin bizi kurtaracağını düşünerek hareket edersek, biz geleceğimizden de geri kalacağız.
Bazı insanlar da çok hassas davranıp fazlasıyla kendilerini düşünce ve üzüntüye mahkum ediyorlar. Elbette gerek bireysel sıkıntılarımız, gerek ülkece çektiğimiz sıkıntılar, gerek din kardeşlerimizin çektiği sıkıntılar için üzülmek kaçınılmaz oluyor. Ancak bizim yapmamız gereken, başlamamız gereken nokta belli. Herkes ehli olduğu işini belirleyip bu konuda durmadan kendini geliştirecek. Ancak bireylerin yükselişi ile toplumsal olarak yükselişimiz gerçekleşir. Hüzünle, kederle hassas davranıp kaybedecek zamanımız yok. Böyle hassas kardeşlerim için böyle bir başlık seçtim. Çünkü beni anlayabilecek, beni asıl kendilerine muhatap görebilecek insanlar onlar. Filistin’i yanlış ağladınız… Ben biliyorum ki batı hayranlığı güden, vicdanına cüzdanına hapseden, insanlığını kıyafetine bağlayan insanlar bir dava ehli olamazlar. İslami kaygı güden kardeşlerime ise özellikle naçizane tavsiyem, lütfen ama lütfen, İslam’ın yalnızca ibadet ve amel hükümleri ile değil, tüm hükümleri ile yaşayın. Uzlete çekilip sadece namaz, oruç, zikir yetmeyecek. Cihad’ın ne olduğunun farkına iyi varmak gerekiyor. Karşımızdaki varlıkların ellerinde ki silahları ve kozları iyi belirleyip hareket etmek gerekiyor. Toplumun fotoğrafını tam manasıyla çekerek, buna göre yaşamak gerekiyor. Son zamanlarda ki din istismarcılarına karşı Hadis, Tefsir, Fıkıh, Tarih gibi konularda gelişerek ve Kitap-Sünnet’e bağlılık ile ilerlememiz daha da kolay olacak. Biliyorum ki İslami kaynakları okumak insanlara sıkıcı gelir. Bunun yerine sürekli insanlardan duyup öğrenmek daha kolaydır. Ancak kandırılmakta daha kolaydır. Emin olun Daeş’e giden insanların önemli bir kısmı bu yüzden kandırıldı. Emin olun İslam’dan soğuyan insanların önemli bir kısmı bu yüzden soğudu. Özellikle tasavvuf adı verilen, daha tanımının ne olduğu bilinmeyen -her tarikatın farklı ve kendine pay çıkararak tanımladığı-, İslam’da tam bir karşılığı olmayan meselelerden uzak durup, İslam’ın özüne bakmak gerekir. Bunu okuyan, kendine mutasavvıf gözüyle bakan insanlar bana kızmasınlar ancak durum bu. İslami olarak çizgi Peygamber (s.a.v)’in hadislerinde net olarak belirttiği ilk üç nesildir. Biz inananlar bu çizgiden başka yollar bulursak, bir avuç İsrail gözümüzün önünden bir halkı katleder ve sen şucusun sen bucusun demekten bir araya gelmemiz mümkün olmaz ki, şu an tam da onu yaşıyoruz. Kendimize Müslüman dışında sıfatlar belirlediğimiz için ne selefimizi ne de davamızı anlayabilmiş değiliz. Bu farklı sıfat ve yollar ile yol almaya çalışan Müslümanlar zamanında bu sebeplerden dolayı İslam’ı anlatamadıkları için bugün ne olmadığını anlatmak zorunda bırakılıyoruz.
Hassas davranan ve hüzünlenen dostlarım için İbn Teymiyye (rhm)’den alıntı yapmak istiyorum;
Hüznü, Allah veya Rasûlü emretmiş değildir. Aksine, dinî kimi meselelerle ilgili de olsa, bazı yerlerde mahzun olmak yasaklanmıştır. Yüce Allah buyuruyor:
“Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız, mutlaka siz en üstünsünüzdür.” (3 Âli İmran/139).
“Arkadaşına (Ebu Bekir’e) “Üzülme, Allah bizimledir” diyordu; ...” (9 Tevbe/39),
“Küfredenlerin sözleri seni üzmesin, çünkü bütün kudret Allah’ındır. O, işitir ve bilir.” (10 Yunus/65),
“Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez.” (57 Hadid/23).
Mahzun olmak, bir yarar sağlamadığı gibi bir zararı da önlemez. Onun için bir yararı yoktur. Yararı olmayan bir şeyi de Allah emretmez. Evet, hüzünle beraber bir haram işlenmiyorsa, başına gelenlere üzülmek gibi, mahzun olmak kişiye günah sayılmaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah, kalbin mahzun olması veya gözün yaşarmasından dolayı sorumlu tutmaz, (dilini göstererek) sadece bundan sorumlu tutar veya merhamet eder”, “Göz yaşarır, kalp mahzun olur, ama Allah’ın hoşuna gidecek şeyler dışında bir şey söylemeyiz”.
“Onlara sırt çevirdi, “Vah, Yusuf’a yazık oldu!” dedi ve üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içinde saklıyordu.” (12 Yusuf/84) ayetindeki hüzün de bu türdendir.
Bazan hüzünle beraber kişinin sevap kazandığı ve övüldüğü bir olay olur. Sevap kazanmak ve övülmek, hüzünden dolayı değil, o olaydan dolayıdır. Dininden dolayı kendi başına veya bütün müslümanların başına gelen musibetlerden dolayı kişinin mahzun olması gibi. Kalbindeki hayır sevgisi, kötülüğe düşmanlık ve bunun sonuçlarından dolayı kişi hüzünlenerek sevap kazanır. Ancak bundan dolayı üzülmek; eğer sabretmek, cihad etmek, yararı sağlamak ve zararı önlemek gibi emredilen bir şeye engel olursa, o zaman hüzün yasak olur. Olmazsa, mahzun olduğu için kişi günah işlemiş olmaz. Ama kalbin zayıflığına, Allah ve Rasûlünün emrettiği şeyleri yerine getirmekten alıkoymasına yol açıyorsa, başka yönden övülmesine karşın, bu yönden kötü olur.
Guraba Yayınevi’nin yayımladığı Kalp Amelleri kitabından bir alıntıdır. Sizi tanımıyorum, ne tür kitaplar seversiniz okursunuz bilemiyorum ancak yine de tavsiye edeceğim bu kitabı. Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah kitabında ki cümleyi de adeta kendime entegre ettim ben. Ben varken hüzün olmayacak, hüzün olduğu zaman da ben olmayacağım.
Bunun için kendime sunduğum tek koşul, doğru bir insan olabilmek. Doğruluğun cetveli ise benim için en basit haliyle şudur;
1. Neye inanıyorsun, inandığın gibi yaşıyor musun? Bu soruyu kendime her sorduğumda şu cevabı aldım. Genel hümanizma bakışıyla evet ancak dinin emir ve yasakları noktasında hayır.
2. Genel olarak çevrendeki insanlara yararın mı var zararın mı var? Genel olarak diye soruyorum çünkü elbette beni sevmeyenler de bana gıcık olanlarda var ve olmak zorunda.
3. Yaptığın işi ne kadar iyi yapıyorsun? Bu soruya ise cevabım her zaman; henüz yeterli değil oldu.
4. İşin konusunda kendini sürekli geliştirmeye çalışıyor musun? Buna da genel olarak evet diyebilmeyi ümit ediyorum.
Sonda ki bu dört maddemi sizinle de paylaşmak istedim çünkü bir gün iyi insanların kazanacağına inanıyorum ben. Her devrin bir firavunu bir de Musa’sı var derler. O iyi insanlardan olabilmek için, Musa’yı bilebilmek için, bireysel olarak yol kat edebilmek için böyle basit bir skalam var. Eminim ki o iyi insanlar topluluğunun en çok hayıflandığı ve sitem ettiği konular bu maddeler. Bazen sevmek, inanmak, iyi niyetli olmak ve zeka yetmiyor dostlarım. Toplam yükün yüzde onu bile etmiyor bu saydıklarım. Geriye kalan yüzde doksandan büyük kısım çalışmakla hallolması gereken şeyler. Akıllı, bilinçli ve çalışkan olmadıktan sonra ne kadar iyi olduğunuzu söylerseniz söyleyin bu iddiadan öteye geçmez ve verdiğiniz hiçbir zararı göremezsiniz. Hep en doğrunun siz olduğunuzu, en dürüstün siz olduğunuzu, en çalışkanın sizi olduğunuzu zannedersiniz. “İnsan pencereden kendi yürüyüşünü göremez” der Osman Pamukoğlu. O pencerelerin başında oturan insanları görmek, dinlemek lazım. Bu yolun neresindeyiz biz? Bunu iyi anlamak gerekiyor. Gelecekte ne yazık ki İsrail tam manasıyla hükmedecek Filistin’e. İnşallah bu olmaz ancak şu an için görünen köy bu. Özellikle 2030 yılına kadar çok büyük sıkıntılar çekeceğimiz aşikar. İlerleyen yıllarda rahatlıkla bir kitabı dahi okumaya fırsatımız olmayabilir. Bugünlerin kıymetini bilip, gereği kadar çalışmalıyız. Bu vakitten sonra kimse elinde tüfekle boğazlara yanaşmaz. Böyle bir savaşın oluşması düşük bir ihtimal. Ancak 3. Dünya savaşının ilk mermisinin internet üzerinden atılacağını, savaşların daha çok ekonomi, psikoloji ve ideoloji boyutlarında olacağını söylemek mümkündür. En basit bir gözlemle bu pandeminin ne tür ekonomik, psikolojik ve ideolojik yorulmalara yol açtığını görebiliriz. Sağlık ve selametle…